Seyahat Notları

Seyahat Notları

Biz birbirimizin aynasıyız! Görmek istediğimiz gibi olarak işe başlarsak gerisi gelecektir. Evet, göze büyük ve yük gelen bütün yolculuklar ufak bir adımla, karar verildiğinde, hatta o kapının eşiği (Dedik ya; kritik eşik değil!) aşıldığında başlar!

Seyahat Notları

Mustafa Bozacı

(SADIRLARDAN SATIRLARA)

Hayli zamandır ara verdiğimiz seyahat notlarımızı paylaşmaya çok şükür yeniden yeni bir fırsat ve vesile bulduk. (‘Yeni’ kelimesi moda olduğu için biz de kullanalım, bir yenilik çıkacak mı bakalım; yoksa bir ‘bit yeniği’ mi var dersiniz!) Yanlış anlaşılmasın, seyahatlerimize, çoktan daha çok şükür ki ‘bozacı-şıracı’ ikilisi olarak hiç ara vermedik. Kâh kısa kâh uzun süreli, kâh aramıza farklı kişi ya da kişiler katarak bu sehayatlerimizi sürdürdük. ‘Sünnetimize’ sadık kaldık; bu mutadımızı sürdürmeye özen gösterdik. 

‘Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz.’ ifadesini tahakkuk ettirmeye çabaladık. (Bizi ‘sünnetsiz’ diye itham edenlere ithaf olunur!) ‘İkramda israf olmazmış!’ fehvasının gereğince uğradığımız dostların, kardeşlerimizin, eski-yeni refiklerimizin kapılarını ve gönüllerini açmaları kadar, ikramda cömertliklerini de aşmaları sonucu bazen biz de yeme içmede aşırıya kaçarak ‘sıhhat kaybettirecek’ hatalar da yaptık. Lakin totalde ‘seyahatten kaynaklanan sıhhat’ ile ilgili olarak, midelerimizi de doyurmak kadar, hatta daha fazlasıyla farklı tefekkür vesileleriyle, fikir alış-verişleriyle, gözlemlerle zihinlerimizi, gönüllerimizi de doyurmuş olduk. Bazen yaşadığımız mecazi anlamda ‘yol kazaları’ kabilinden hayal kırıklıkları da oldu. Lakin bunu da ‘yeryüzünü gezin görün de önceki -şimdilerde daha çok çağdaşlarınızdan- hemcinslerinizden ders alın’ ilahi uyarısınca ‘derse hamledip’ gerekli çıkarsamalarla, yeryüzündeki deveranı, cevelanı ve kişilerin seyr-ü seferini okuma/anlama/kavrama, kendi bulunduğumuz noktayı değerlendirme, ölçme vesilesi kılabildik.

Malumaliniz üzre bizim seyahatlerimiz -tatil değil- öyle geçip giderken temaşa etmenin ve bazı istisnai durumlarda durup araştırıp inceleyerek mevcut tarihi, doğal umdeleri de bir ‘veri’ kabilinden incelemek dışında ekseriyetle ‘dostlarla hemhal olmak, dertleşmek, tanış ve biliş olmak’ odaklıdır. Bu inanın denildiği gibi; ‘Anlatılmaz, yaşamak lazım.’ denilen kabilden, şiddetle, her türlü imkânı zorlamak bahasına gerçekleştirilmesi, karşılıklı olarak ‘sünnet’ haline getirilmesi gereken ‘ihmal edilmiş/yitik’ hasletlerimizden biridir. Mazeretler, adı üstünde mazerettir, ne sonu gelir, ne de çözümü bulunur. Aşmak lazım! (Sınırları değil ha, sakın yanlış anlamayın! Sınır mı kaldı, sinir uçlarımız bile hasarlı!’ derseniz o başka!) bir vecize gereği, tüm, gözde büyütülen yolculuklar, küçük bir adımla, ‘eşik’ atlandığında başlamış olacaktır, bu kadar kolay yani! (Yine, sakın ha, mecazen ‘kıritik eşiği’ aşmayın!)

Bir zamanlar böyle seyahat notlarını paylaştığım bir yazıda ‘yarı resmi İktibas dergisi gezisi’ ifadesini kullandığım için paylanmış, handiyse ‘dışlanmış’tım. Şimdi ise ‘resmî desem yeridir’ denilecek bir rahatlıkla kelimeleri kelama dönüştürmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Nereden nereye…

Öyle anekdotlar, öyle yaşanmışlıklar var ki –hatta hayal kırıklıkları/sükutu hayaller- hangisini anlatsak. Buna ne kelimeler yeter, ne satırlar. Sadırlarımıza yakıştıramadığımız, ‘nasıl’ diye hayıflandıklarımız, yere göğe sığdırmayacaklarımız, izahı kabil olmayanlar da bir bahsi diğer! Ama mesele gelip gidip ‘değerler/ilkeler’ meselesine dönüp oturuyor desek yeridir. Olay ve olgulara bu sabit (güncellemeden bahsetmiyoruz ve de bunun tek ve şaşmaz örneğinin bizde olduğundan, tekelimize aldığımızdan da bahsetmiyoruz) norm/kriter/ölçüt ve ölçek/mihenk taşı ile bakıldığında, köprülerin altından çok (ve genellikle bulanık) suların aktığına, bazılarında su bile kalmadığına şahit olmak, eski çamların (yeni, yeni diye ortalıkta afra tafra yapıp dururlarken üstelik) bardak olmaktan da çıkıp kırıp dökülerek, içlerine boca edilen müskirat ve münkirattan, uyuşturuculardan, dna’yı bile etkileyecek gdo’lu sözüm ona besinlere alet olmaktan başka amaca hizmet edemez hale gelmelerini, başkalaştıklarını görmek hakikaten iç acıtıcı!

Hani denir ya ‘Millet gider Mersin’e, sen tersine…’ diye; bizim Mersin’e gittiğimiz vaki olduğuna göre bu tersine gitmeler hakikaten bir handikap! Her iki yönlü seyr-ü seferden biri yanlış olacağına göre –ikisinin de doğru olma ihtimali eşyanın tabiatına aykırı, sahih verilere göre de böyle ve en azından Temel fıkrasındaki nükte açısından öyle- mesele tez elden ele alınmalı, hatada ısrardan, aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemekten bir taraf vaz caymalıdır! Bir zamanlar –ki hayli yakın- en azından bir ‘endişe’, ‘dert ve dava’, bir ‘gard’ vardı. Bir ‘omurgadan’ bahsedilirdi. Bir ‘eleştiri’ olgusu ve buna az veya çok kulak vermek çabası görülürdü. ‘Söz dinlenilir, kulak verilirdi. ‘Acaba’ denilerek meselelere farklı bakış açılarından bakmak hassasiyeti güdülürdü. ‘Okuma-yazma’, ‘araştırma-inceleme’ merakı bu kadar dip yapmamıştı. ‘Pragmatizm’ bu kadar yol olmamıştı (‘Yollarla’ övünmenin akabinde buralara varmak öngörülmemişti! ‘Yolsuzluklar’da yol olmayışı, yol’suzluk kadar önemsenirdi!) Müslüman olmanın ve Müslüman kalmanın kendi şiarları ve çıtaları vardı, her ne kadar dediğimiz gibi bizim tekelimizde ve bize münhasır olmasa da bu kadar keyfe keder, bu kadar indî, bu kadar pespaye ve gelişigüzel, heva ve heves ürünü, kendinden menkul, bu kadar yabancı ve yersiz, bu kadar niceliğe ve ‘edere’ indirgenmiş değildi!

Şimdilerde geçer akçe ‘tek yekün içinde yazılmak ve çizilmek’, ‘verili olan’ haricinde düşünüp konumlanamamak, klişelerin diktatörlüğüne hapsolmak, ‘aracılık edilmiş arzular’ peşinde koşmak, süper ego ve otoriter vicdan sarmallarına hapsolmak, zindanları çoğaltmak (artık dörtten daha çok ve her gün ‘yeni’leri ekleniyor), idollere sığınmak, ‘dine karşı din’ tuzağına düşmek imiş gibime geliyor. (Bu kavramsallaştırmaların tamamı çok kolayca bulunabilecek farklı isimlerden iktibastır.) Çevrenize alıcı gözle bir bakın bakalım, ne görüyorsunuz? Haksızsam düzeltin! Fazlaysa çıkartın -ki eksiği var fazlası yok-, ama eksikse –ki benim okumalarım/görüp duyduklarım böyle- siz boşlukları doldurun! ‘Boşluk doldurma’, ‘yer kapma ve kaplama’, ‘gösterilen yerde durma’, söyleneni, isteneni, üstelik her defasında tekrarlayarak aynısıyla yapma ne kadar da kanıksanmış! Bir zamanlar dayatılanlar, şimdi damıtılmış! ‘Öğrenilmiş çaresizlik’, ‘şartlı refleksler’, ‘üç maymunu oynama’, oyun ve oyalamaca, uyutma ve uyuşturma sıradanlaşmış! 

Önce ‘LA’ demek gerektiğini bir zamanlar ısrarla dillerine pelesenk yapanlar, sanki hiç bilmezmiş gibi bunu bir ‘olumsuzlama/red la’sı olmaktan çıkarmış, papağan ötüşüne misal bir nota la’sına indirgemiş, onun da ‘do’ ile başlayacağını dahi görmezden gelerek gücün/iktidarın payandasına dönüşerek görece doğruları, asla sirayet etmeyen tali uygulamaları, köprü, yol, su işlerini savunmayı, savlamayı maharet addeder olmuşlardır. Zira yaşadıkları paradoksu aşmaları mümkün değil! Kendilerini kandırarak, kanıksamayı çare görüyorlar! Gücü ve kendi güçlerini yanlış hesap ederek, nerelere su taşıdıklarını farkında değiller! Demokrasi ağacına hangi kapla su taşırsanız taşıyınız, ne fark eder?! Sözüm ona, demokrasiyi de ‘ileri ‘vasfıyla allandırıp pullandırarak daha yenilir yutulur hale getirmeye çalışıyorlar. Üstelik bir ‘ideolojik’, bir de ‘sistem, yönetim tarzı, seçim’ nitelemesi, ayırımı yaparak güya ‘ideolojik’ olanı kendileri de kerih görüyormuş gibi yaparak, ‘saf’ rolüne yatıyor, sizi ‘saf’ yerine koymaya çalışıyorlar! Bu ne aymazlıktır?! Nice bir başkalaşma, yabancılaşmadır?! Medya dilinde ve sanal alemde yaşananlar ise bizim şahit olduklarımızın çok fevkinde; daha banal, daha acınacak ve ağlanılacak halde!

İnanın öyle bir ortak dil inşa edilmiş ki akıllara ziyan! Tam bir mühendislik başarısı(!) ve örneği… Karadeniz’dekiyle İç Anadolu’daki söylemin, tutum ve duruşun bu kadar örtüştürülmesi, aynileştirilmesi tam bir tez konusu (Ama bunu bugünkü haliyle bizim akademik çevreler yapamazlar, zira zaten bahsedilen operasyonel durumda bunlar da koçbaşı olarak iş görmektedirler, işbirlikçileriyle (iş bilirler) beraber!)… Bir de bizi ‘aynı yerde durmak’la itham etmeleri yok mu tam bir facia, feceat! Hani fahr/övünmek için sirkatin söyleyen merdi Kıpti gibi… Mesela ortak dile ilişkin olarak; bu fikriyatın son halkalarından, buz kıran vazifesi görmüş merhum Özkan için: ‘O da yaşasaydı burada, bizim söylemimizin, duruşumuzun yanında olurdu!’ ifadeleri ki bu eskimiş eski çamlar dayak da yediklerini –en azından bir zamanlar için- övünerek anlattıkları dönemleri geride bırakıp neredeyse inkar eder halde hala ‘sayı saymayı’ bilmemekte, elmalarla armutları toplamayı marifet zannetmektedirler! 

Şu sahil kesimlerinin her seçim döneminde neden faklı renkle boyandıkları ise –bizimle tamamen faklı bir bakış açısı ve kaygısı ile- tamamen kendi renkleri ile alakalı! Ama Allah var adamlar ‘dinlerine/ideolojilerine’ sahip çıkıyorlar demek! Meseleye yol, su, elektrik, köprü ve tünel olarak bakmıyorlar demek ki! Gezinin bir bölümü oralara ulaşınca bizler de gaz pedalına yüklenip o boş(!), boşluk alanlarını hızla geçmeyi tercih ediyoruz. Keşke bizlerin de her ne pahasına olursa olsun renklerimiz aynı kalabilse, nemden rutubetten, sıcaktan soğuktan bu kadar etkilenmese… Demek ortada bir sentetiklik, sun’ilik/yapaylık, bulamaçlık, seyreltiklik söz konusu… Küçük bir ilçede otuz adet pavyon olduğunu öğrenmek, ekinin ve neslin helakine yönelik yerel çaplı yaşananları, uygulamaları görmek (özellikle övünülen üniversite ve fakülte sayılarının çoğaltılması ve en ücra yerlere kadar yerleş(tiril)mesinin olumsuz etkileri bağlamında), koskoca bir dağın ekmek gibi ortadan kesilmesine, yer altı sularının hesapsızca tüketilmesi sonucu oluşmuş devasa obruklara şahitlik etmek, meselenin sadece köprü tünel, yol su meselesi olmadığının göstergeleridir. Lakin farklı göstergeler, nicel veri ve istatistikler baz alındığında ‘tüketim’ olgusu sinelere yerleştirildiğinde sonrası zaten kendiliğinden geliyor! Gelmiş ve dahası da gelecek! Bir AVM olgusunu bile, bırakınız tercihini sekülerizmden, kapitalizmden yana kullananları, bu ‘yeniden yana ve fakat eskimiş eski’ refiklerimizle dahi sükûnet ve suhuletle tartışamıyoruz! ‘Evdeki bulgurdan olmak’ böyle bir şey olsa gerek; bir serap peşinde koşarcasına ve ‘aracılık edilmiş arzularla’, ‘muasır medeniyet!’ hülyalarının peşinde bilmem neredeki (Hangi, sondan sonuncu viraj sonrasındaki!) pirince giderken, koşarken… Karapınar’da gördüğümüz son ‘obruk’ örneği, ekinin/yeryüzünün talanına bir işaret taşırken aynı teşbihle insanımızdaki içsel çukurlukların, fikri/düşünsel savrulmaların, duruş sorunlarının, algı ve ilgi dejenerasyonunun da had safhaya çıkmasına şahitlik ediyor olmak inanın, bırakın iç acıtıcılığını iç karartıcı…

Bu tarz eski refiklerimiz (Köprüleri korumaya, mümkünse yeniden inşa etmeye/kurmaya bizler özen göstereceğiz; eleştireceğiz, uyaracak, tekraren doğru bildiklerimizi hatırlatacağız. Meselenin birilerine, özellikle iktidara ‘doğrusunu söylemek’ olmadığını, her zaman ve zeminde değişmez doğruları, hakikati söylemenin asıl olgu olduğunu ısrarla vurgulayacağız!) inanın hiç az değil! Dayatılan doku uyuşmazlığı aşikar argümanları bugünlerde ‘damıtılmış’ olarak kabullenmiş durumdadırlar. Farklı gerekçelerle başladıkları bu (hadsizlik olmazsa) makas değişimini, yeni kulvarı şimdilerde tüm benlikleriyle içselleştirmişler, bir zamanlar rezervli, şartlı sundukları açık çekleri şimdilerde koçanlarıyla sunup aynileşmişlerdir ne yazık ki! İşin tuhafı hala ‘kendilerini doğru yolda görme’ bizim gibi uyaranları yadırgamakta, asıl ‘yanlış yolda/yerde’ olmakla itham etmektedirler. Biz elbette kendimizi tamamen ‘teberri’ etmiyoruz. Olanda ve olmayanda elbette sorumluluklarımızın olduğu aşikardır. Lakin bir zamanların ‘sünnet’ diye sahiplenilip vurgulanan duruş, düşünüş ve uygulamaların aksine şimdilerde yüz seksen derecelik farkla bir ‘sünnetsizlik’ olduğunu maalesef görememektedirler. Ya da ‘Biz gereği gibi gösteremiyoruz! mu desek acaba!

Her gittiğimiz coğrafi bölgede kısmi farklar olsa da inanın ‘sıcak’ (bknz. ‘Zemherilerden Pastırma Sıcaklarına’ yazımız) nasıl sapı samanı, çeri çöpü savuruyor, anafor oluşturuyorsa bu siyaseten ‘ılımlı/ılıman’ hava da aynı şekilde insanımızı oradan oraya (Bir türlü buraya/bir araya gelemiyoruz!) savurup duruyor. Soğuğa karşı tedbir almak inanın daha kolay (Ne yapalım, birileri yine ‘mazoşizm’ olarak okuyacaklar, biz istemesek de!)! Lakin sıcakta nereye kaçacak, ne kadar, nereye kadar üzerinizdekileri sıyırıp atacaksınız ki? Bunun bir sınırı, sorumluluğu var değil mi? Keza, ilkeler de, değerler de böyle değil midir? Oysa her ne bahasına olursa olsun, hangi şart ve zeminde olursa olsun, hangi zamanlarda vaki olursa olsun aslolan, imtihanın ‘emrolunduğumuz gibi dosdoğru olup/kalarak’ sürdürülmesi, ilkelerden taviz verilmemesi, ‘değerlere’ sahip çıkılması gerektiği değil midir? Bu ‘değerler’ skalasının yeryüzündeki hiçbir fiyata, edere indirgenemeyip her sunulanın, isterse yeryüzündekilerin tamamı olsun ‘değmez olduğu’ aşikar değil midir? Demek ki bir yerlerde hala birçok sıkıntı ve eksiklik var!

Neyse içinizi fazla darlamayalım. Ama ne yaparsın ki söz, ‘Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gördüklerinizi anlatın!’ şeklinde kurgulanınca başka çare de kalmıyor. Bunlar vakıa! Eksiği var fazlası, kurgusu yok! Eminim ki durduğunuz yerlerde örneği mebzul miktarda vardır!

Öne çıkardığımız, ne derseniz deyin bir yönüyle –hâlâ- bizden olan bu (Kötü örnek, örnek değildir!) örnekleri, ‘yol kazalarını’ bir tarafa bırakarak seyrü seferimizden anekdotlara devam edelim. İşte bu ‘bizden’ olan farklı yelpazelerde gezinen kişi ve çevrelerle sohbet ve muhabbetlerimizde, fikir teatilerimizde o kadar çeşitli ve farklı verilere ulaştık ki şaşmamak elde değil! ‘Ne mutlu’ dediğimiz de oldu ‘bu ne lahana turşusu’ dediğimiz de! ‘Bu kadar cahillik ancak okumakla olur!’ fehvasını haklı çıkaracak yaklaşımlar, çıkarsamalarla karşılaştığımız da! Farklı kişi ve kişilikler… Kimlik kargaşaları… Lakin ‘Bir kişi varsa umut vardır!’ ifadesindeki kastı daha raftan indirmeye gerek olmadığını hissettirecek nitelikte ve evsafta, -her ne kadar yeterli niceliğe ve organizasyonel, operasyonel birlikteliğe ulaşamamış olsa da- dost ve kardeşimizle, kimileriyle ilk kez tanış olmak, kimileriyle tanışıklığı pekiştirmek, danışır hale gelmek bizleri gönendirdi. Görünen o ki, un, yağ, şeker var da ‘Ne duruyorsun? Helva yapsana!’ bir aşçı ve aşçılık ameliyesi elzem görünüyor. Diğer bileşenleri (kadro, bilgi-iman-salih amel bütünlüğü, kitlenin bilinç takviyesi, tercih ve teveccüh meselesi, araç ve yöntemlerde konsensüs ve sınırlar-sorumluluklar, ilkeler vs) de işe koşmak şartıyla (bknz. ‘Tercihimi Güncelliyorum; Fikri liderlik-Şahsi Liderlik’, ayrıca ‘Başka Bir Tercihimi Güncelliyorum; Nitelik-Nicelik’ yazılarımız).

Anlaşılan o ki, bizim en büyük açmazımız birbirimize olan fiziki uzaklıklar! Siz ne kadar fikren yakın olursanız olun, toplumdaki mühendislik ve dezenformasyona direnmek için el ele, omuz omuza vermek zorundasınız. Safları daha bir sıkı hale getirmek, ilişkileri daha bir etkin ve nicel olarak da artırmaktan başak çare yok! Bireysel kaliteniz ne kadar yüksek olursa olsun tersinden işleyen ‘mahalle baskısı’ sizin korunmanıza mahal bırakmıyor, daha doğrusu bunu zorlaştırıyor. ‘Olsun!’, ‘Biz kendimizden sorumluyuz!’ diyemezsiniz! Bu her türlü çabayı gösterip doğru süreçleri, dosdoğru takip ettikten sonra ve ‘elden başka çare gelmeyince’ sizi mazur kılabilir ancak. ‘Gözden ırak olan gönülden de ırak olur!’ sözü her şartta doğru olmasa da bir gerçekliğe işaret ettiği kesin! ‘Getto’ denir mi bilmem, ama toplumsal rollerimizi ve vazifelerimizi ertelemeden, ihmal etmeden bir çözüm arayışı vakti geldi de geçiyor bile! Bizi bir arada tutacak, sözü daha etkin ve görünür kılacak vesileleri düşünmeliyiz; ilkesel çerçevede kalarak elbette! 

Mesela gezimiz esnasında abonelerimiz kadar abone olmayanlarla da istişarelerde, olanla, olması gereken üzerine teatilerde bulunduk! Abone yapma fırsatı bulduk! İşte bu durum bile bize bir kalkış noktası sunabilir. Zamanında ‘kitleye ulaşma/açılım’ amaçlı bir araç olarak düşünülen dergi faaliyetinin bugün ‘kapsamı, geçerliliği, gereği, içeriği/niteliği’ tartışılabilse, öncesinde ‘kadro’ sorununun olduğu vurgulansa da unutulmaması gereken bir durum da bu aracın ‘dostun dosta mektubu’ kabilinden, aranan, beklenen, çoğunlukla, tamamen ve kısmen okunmuyor olsa da önemsenmesi gereken bir imkân olduğunu düşünüyorum, şahsen ben! Bu konuda inanın yapılacak çok şey var. Bir abone bir dünya ve yeni vesileler, fırsatlar demektir. Yeni bir kapı açmak demektir. Kimse bunu hafife almasın ve yapması gereken her ne varsa, yüksünmesin yapsın! 

Biz birbirimizin aynasıyız! Görmek istediğimiz gibi olarak işe başlarsak gerisi gelecektir. Evet, göze büyük ve yük gelen bütün yolculuklar ufak bir adımla, karar verildiğinde, hatta o kapının eşiği (Dedik ya; kritik eşik değil!) aşıldığında başlar! Kapısı kadar gönlü açık tüm dostlar sonsuz teşekkürler… Sizler de o ilk eşiği aşarak işe başlayınız ve bize de bir tekrar fırsatı –her ne kadar sırayla olmasa da/inanın ‘parayla da değil!’- veriniz!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *