Riyaset – Başkanlık

Riyaset – Başkanlık

Riyaset yani başkanlık, gerçekte doğal olan yönetim biçimidir. Resulullah da İslâm toplumunun başkanı idi. İslâm yargının, yasamanın ve icranın ayrılığına izin vermez…

Ercümend Özkan

İslâm vahye teslim olma anlamına geldiğine göre lügat manasını aşıp kendine özgü bir kavram anlamına kavuşmuştur. Din olarak İslâm denildiğinde kesinlikle Kur’an’da bulunan vahiyler toplamı anlaşılır. Bu önce Cibril’e, Cibril’in de Allah’ın insanlar arasından elçi seçtiği Muhammed(a.s.)’e verdiği bilgiler anlamındadır ki bunların toplamı Kur’an’da bulunmaktadır.

Kur’an, İslâm’ın ana kaynağıdır ki kaynaklığı bakımından nasıl sıradan bir müslüman için kaynaklık vasfını haiz ise, Allah’ın elçisi Muhammed için de aynı şekilde kaynaklık özelliğine sahibtir. Yani sıradan bir kimseyi bağlayıcılığı nisbetinde Allah’ın elçisini de bağlamaktadır.

Kur’an’la bildirilen dünya görüşü ve bu görüşe bağlı yaşam biçimi, Allah tarafından kullarına gönderildiğinden, yoktan varettiği kullarının yaratılışında bulundurduğu özellikler göz önünde bulundurularak tesbit olunup gönderilmiştir. Böyle olunca da, dünya görüşü ve yaşam tarzı anlamlarının toplamı manasına gelen din, kullar için kolaylaştırılmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde bu kolaylık açıklıkla dile getirilmektedir.

İnsanı, eşyayı ve kainâtı yaratan Allah, yarattıklarının gerçeğini her varlıktan daha iyi bilendir. Yaratışta da kendisi için geçerli kurallar koymuş ve bu kurallarda değişiklik olmayacağını belirtmiştir. Ki bunlara Kur’an diliyle “Sünnetullah” denilmektedir.

Allah özellikle canlıları yaratırken en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsini ‘tek başlı’ olarak yaratmıştır. Küçücük pireden, koskoca file kadar bütün canlılar tek başlıdır. Baş’ın tekliği sünnetullah’tandır demek kesinlikle yanlış olmaz. Zaten Allah’ın da tek olması ayrıca bunu gösteren bir başka delildir. İlahın iki olması halinde bu düzenin -kainât düzeninin- aynı kalmayacağını, bozulacağını açıkça yine Kur’an buyurmaktadır.

Liderliğin, tabiatı itibariyle ferdî -tek- oluşu Allah’ın yarattığı canlılar için koyduğu kurallardandır. İki başlılığın asla düzenlilik anlamına gelmediği, dünyanın hiçbir yerinde birden fazla baş ile bir şeylerin yapıldığı görülmemiştir. Yalnız Fransız ihtilalcilerinin Triumvira adını verdikleri üç başlı yönetimin ne denli felaketlere sebeb olduğunu yakın tarihi bilenler gayet iyi hatırlayacaklardır.

Eski Yunan’da, Atina’da yalnız vatandaş olanlara has olan görüş izhar etme, yani oy kullanma hakkı, şehrin ‘forum’ denilen meydanında toplanan, 25 bin nüfuslu şehrin 3 bin vatandaşının, açıklanan görüşlerden biri lehine oy kullanarak en fazla oyu alan görüşün kanunlaştığını biliyoruz. Seçilen liderin de ne kadar yardımcısı olursa olsun, ne miktarda müşaviri bulunursa bulunsun yine de liderliğin tabiatının ferdî oluşu sebebiyle sonuç olarak tek kişinin karar verdiğini ve bu kararın uygulandığını görüyoruz.

Meclisli meclissiz bütün ülkelerde, her şeye rağmen yönetim tek elden ve bu ele güç veren odakların tek ele verdiği imkânın sonucu olarak gerçekleşmektedir. Bu cümleden olarak, örneğin Türkiye’de iktidar yani siyasi güç asla mecliste olmamıştır. Kurulduğunda Mustafa Kemal’de idi. Sonra İsmet İnönü’nün elinde olmuştur. 14 Mayıs 1950’lerden itibaren ise Meclis’e rağmen kesinlikle Adnan Menderes onu elinde bulundurmuştur. Nitekim “Odunu koysam milletvekili seçtiririm” diyen bir insan, yetkilerinin de sınırını belirtiyordu aynı zamanda.. Tıpkı Mustafa Kemal’in koskoca Meclis’e karşı tek başına “Efendiler!.. Buna şapka derler. Giymeyenin başı kesilir.” demesi de iktidarın tek başına onun elinde olduğunu gösteriyordu. 

27 Mayıs 1960’lardan bu yana ise iktidar gerçekten yalnızca askerlerin elinde bulunmuştur. Önce Millî Güvenlik Konseyi’nin, sonra ise anayasal bir kurum haline getirilen Millî Güvenlik Kurulu(MGK)’nun vasıtasıyla ordu iktidara sahibiyetini sürdürmektedir. 12 Eylül’de de Org. Kenan Evren’in tek başına elinde idi. Ne var ki ele güne karşı en azından bir hey’et görüntüsü vermek kaçınılmaz görünmektedir. Kamuoyunu kandırabilmek, insanlara aslında sahibi bulunmadıkları şeyin sahibi intibâını vermek için meclisler bulunmakta, hey’etler kurulmaktadır. Adına meclis veya kurul denilsin gerçek değişmemekte ve gerçek iktidar -siyasi güç- tek elde bulunmaktadır. Bu tek el, çoğu zaman kendini bir hey’et veya meclisle temsil ediyor göstermektedir o kadar.

Bu cümleden olarak TBMM’nin durumunu göz önünde bulundurursanız, bu Meclis’e görünürde milletin temsilcileri olarak geldiği sanılan kimseler çıkarlarının temsilciliğinden başka bir şey yapmamaktadırlar. Diğer yandan partilerinin grup kararları istikametinde oy kullanma zorunluluğu da, yönetimde kararların parti liderleri tarafından onların isteği yönünde alındığını, yani yine liderliğin dediğinin olduğu görülmektedir. Piyasaya her ne kadar kollektif kararlarmış gibi lanse edilse de bilinmektedir ki kararlar gerçekte ferdî olarak alınmaktadır. Uygulaması ise aşağılarda yine fertlere kalmaktadır. Bu tabiidir.

Riyaset yani başkanlık, gerçekte doğal olan yönetim biçimidir. Resulullah da İslâm toplumunun başkanı idi. İslâm yargının, yasamanın ve icranın ayrılığına izin vermez. Bu düşünce son iki yüzyıldan beri moda ise de dünyanın her tarafında görülmektedir ki yargı da yasama da, icranın(yönetimin) istediği istikamette çalışmakta ve kararlar almaktadır. Avrupa’ya kendini endekslemiş bir Türkiye’de mahkemelerin kararları bile Batı kamuoyunun isteği istikametinde alınacaktır. Mahkeme buna imkân vermemiş midir, temyiz bu yanlışı(!) Bağdad’dan çevirecektir. Hani mahkeme kararları üzerinde tartışılmaz, tenkid edilmez idi ve bunu yapmak da kanunlara göre suç idi! Siyasi iktidar, Batı’ya endeksli olduğundan yargıda da, yasamada da, icrada da Batı’nın iktidarını üzerinde hissetmekte ve Batı’nın isteği istikametinde kararlar almaktadır. Bu kararlar her alanda kendini göstermektedir. 

Başkanlık, adı üzerinde insanların aynı dünya görüşünü ve bu dünya görüşüne bağlı yaşam tarzını kabul ettikleri ortamda, bu amacı gerçekleştirmek için aralarında organize olmaları ve bu organizasyonun başına da içlerinden birini seçmeleriyle teşekkül eder.

Başkan, yöneteceği insanlar için İslâm esasından kesinlikle sapmadan, tevhid akidesine asla ters düşmeyecek, müslümanların izzetini koruyacak isabetli kararları almak için müslümanlar arasından seçilecek “İstişare Meclisi” üyeleriyle ülke mes’elelerini istişare eder. Bu danışmalar, hakkında hüküm verilecek, kararlaştırılacak konularla ilgili kararın en iyi olabilmesi, en isabetli olabilmesini sağlamak içindir.

Allah aklı yalnız tek bir kişiye değil bütün insanlara derece derece verdiğine göre, başkan ne kadar akıllı olursa olsun Allah’ın kendilerine akıl verdiği kişilerden bilgi ve becerisi bulunanlarla danışarak kendi kararını oluşturmak, eksiğini tamamlamak, fazlasını atmak ve en uygununu kararlaştırmak imkânına sahib olur. Başkan bu suretle en uygun kararları alır ve uygular, uygulanması için amir ve memurlarına emir verir.

Bir başkanın, başkanlığını meşru kılması ancak seçiliş sebeblerinin varlığını korumasına bağlıdır. İslâmî bir toplumda birisinin başkan olması Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi şartına bağlı bulunduğuna göre, başkan meşruiyetini ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde taşımaya devam eder. Aykırı davranması halinde ise “Mezâlim Mahkemesi”nin kararı ile başkanlıktan alınır. Bu sebeble İslâmî düzende ve gerçekte de başkanların süreli olarak seçilmesinin hiçbir geçerli gerekçesi bulunmamaktadır. Neden ve hangi şartlara bağlı olarak seçilmişse bir başkan, bu şartları taşıdığı sürece başkanlığının devamı asıldır. Bunamadıkça, başkasının hakimiyetine girmedikçe, Allah’ın hükümleriyle hükmettikçe başkanlığının meşruiyeti devam ediyor demektir. Seçimini durup dururken yenilemenin hiçbir anlamı yoktur. Zaten başkanlık yapabilme özelliklerini yitirmişse seçimin yenilenmesi neyi değiştirecektir? Danışma -İstişare- Meclisi üyeleri için de durum böyledir. Liyâkat asıldır.

Başkan yalnız meclis üyeleriyle danışmalarda bulunmakla yetinmez. Gerekli gördüğünde konunun uzmanlarıyla, daha da ileri giderek bütün bir halk ile istişare eder. Bunu bugün referandum denilen usul ile yapar. Halkoyuna başvurur. Bu tür işler, tüm halkla birlikte yapılabilecek işler için geçerlidir.

Kararları başkan aldığı ve aldığı kararların uygulamasının başı da olduğu için tüm sorumluluk başkandadır. İslâmî yönetim şeklinde asla dokunulmazlık söz konusu değildir. Devletin başından ayağına kadar hiç kimsenin işlediği suçun kovuşturulması tehir edilemez. Hiçbir görevli dokunulmaz değildir. Bilakis sorumluluğun büyüğü devletin en başında bulunana aittir. Demokrasilerde olduğu gibi sorumsuzluk olmayıp sorumluluk vardır. Demokrasilerde cumhurbaşkanları suç işlese bile suç işlememiş sayılır ve masumdur, dokunulmazdır. İslâm’da ise dokunulma istisnasızdır. Yeter ki kişi kendisine dokunulacak bir iş yapmasın. Dokunulacak bir iş yapan kim olursa olsun dokunulur. Yani sorgulanır, yargılanır ve hakkında hüküm verilir. Ya beraat eder veya hüküm giyer. Bu hususta kimse istisna değildir. Böylesi bir eşit davranış ise yalnızca İslâm’ın işidir, başka dünya görüşlerinin değil.

Liderlik -Başkanlık- özü itibariyle gerçekten ferdîdir, kollektif değildir. Bunun içindir ki liderin başkanlığında istişare meclisi üyeleri, danışmanlar, uzmanlar, işinin ehli olan her alandaki kimseler kendilerinin bilgi ve birikimlerinden yararlanılacak kimselerdir. Ve bunlar laf olsun için bulundurulmazlar, gerçekten kendilerindeki bilgi ve birikimlerden yararlanmak için bulundurulurlar.

Yukarıda da söylediğimiz gibi liderlik, taşıdığı özelliklerden dolayı teşekkül etmiş bir kurum olduğuna, lider -başkan- seçilen de taşıdığı liyâkattan dolayı seçildiğine göre belirli süreler için seçilmesi gibi saçmalıklara başvurulmaz. Aslolan yönetimin düzgünlüğü ve yöneticilerin hizmet verdiği kitlelere her açıdan hizmet vermeyi sürdürmeleridir. Bu hizmet sürdüğü, adalet dağıtıldığı, uygun görüşler kanunlaştırıldığı, uygulamaların seri ve yerli yerince yapıldığı, bütün bu işlerin başarıldığı bir ülkede, laf olsun diye başkan seçimlerini şu kadar senede bir tekrarlamanın hiçbir anlamı yoktur. Başkan, başkan olmasını sağlayan özelliklerini koruduğu sürece başkanlığı devam eder. Bu, başkanlık sisteminin gereğidir. Başkanlık kimselere ırsî olarak yazılmış değildir. Ortaçağ Avrupasında Kilise’nin desteği ile halka yutturulan “Kral’ın, Kral olacağını Tanrı belirlemiştir” saptırmasının İslâm nazarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur. Hem İslâm’daki krallık değildir, sultanlık değildir. Sultan kelimesi sulta(güç) sahibi anlamına gelir. Ve gücün ellerine verildiği kimseler kelime anlamı bakımından sultan’dırlar. Lâkin halkın ve kendini aydın sananların sandığı gibi sultan, bir babanın oğlu olmasının sonucu sultayı eline alma yetkisine sahib değildir. Böyle yapanlar ümmetin yöneticisini seçme hakkını elinden alan, çalanlardır. Bunu İslâm asla caiz görmez. Bir babanın da oğlu sulta sahibi olabilir. Lâkin bunun gerekçesi yalnızca yetenektir ve buna ümmet karar verir, yoksa filanın oğlu olması değil.

Ümmet her defasında başkanını kendisi bizzat seçer. Herkes şunu bilmelidir ki her başkan ölüm, bunama, başkasının hakimiyetine girme, esir düşme ve benzeri sebeblerden dolayı başkanlığını kaybetmesi halinde onun yerine geçecek olanı belirleme hakkı yine ümmete döner ve ümmet belirler her defasında başkanın kim olacağını.. Hâlen başkan olan, kendisinden sonra kimin başkan olacağını belirleyemez, böyle bir hakkı yoktur. Ne var ki ümmet bu başkanın yönetiminden memnun ise bu takdirde başkanlığı şöyle veya böyle sona ererken, yönetiminden memnun olan insanlar, kendisinden sonra kendilerine kimi tavsiye edebileceğini sorabilirler. Onun söylediğine biat etmek zorunda olmadıkları halde, yönetiminden razı oldukları başkanın fikrini, görüşünü almış, onunla da bu konuyu tartışmış ve danışmış olurlar. Tabiidir ki bir tavsiyenin asla bağlayıcılığı yoktur ve olamaz da.. Tıpkı insanın evinden çıkan ama çok memnun olduğu kiracısına “Senden çok memnun idik. Biz burayı yine kiraya vereceğiz. Tanıdığınız sizin gibi iyi bir kimse var ise haberdâr ediniz, bize tavsiye ediniz” kabilinden bir durumdur bu.. Ev sahibi buna rağmen kendi tercihini kullanacak ve evini istediğine verecektir. Lâkin gerek evi terk eden kiracı, gerekse ev sahibinden biri diğerine şuna veya buna veriniz veya kime verelim diye sorabilir. Tavsiye alabilir. Söylediğimiz gibi bu tavsiye bağlayıcı olmasa da..

Başkanın durumu da böyledir. Kendisini yıllarca yönettiği insanlar kendisinden, ondan sonra kendilerine kimi tavsiye edebileceğini sorduğunda başkan kanaatını söyleyebileceği gibi, kimse sormadan da halka tavsiyesini arz edebilir. Zira tavsiyenin bağlayıcılığı yoktur.

Başkanlık sistemi, sorumluluk üzerine kurulu bir sistemdir. Başkanı bilgilendiren, gerekli görüşlerle techiz eden kurumlar her ne kadar var ve çok ise de, başkan kendisine verilen fikirlerden en uygununu kendi görüşü olarak, sorumluluğunu da üstlenerek kabul eder ve kanunlaştırır.

Kimin elinin kimin cebinde olduğunu kimselerin bilmediği bugünkü yönetimlerin halkı aldatmaktan başka bir rolü bulunmamaktadır. Kararları alanlar, cesaretle sorumluluğunu da almalıdırlar. Şimdiki yönetimde karar alma mevkiinde bulunanları bilebilmek, görebilmek ve hele de yakalarına yapışabilmek mümkün değildir. Örneğin, kimseye hesab verme gibi bir derdi bulunmayan Millî Güvenlik Kurulu “tavsiye kararları” alıyor fakat bunları hükümet uyguluyor. Minareye kılıf uydurma kabilinden, kararlarını karar olarak değil, fakat tavsiye olarak bildirmektedirler hükümetlere. Lâkin ne menem tavsiye ise, hiçbir tavsiyeleri de geri çevrilmemekte, aynen kanunlaşmaktadır. Bu durumda hükümet mi hükümettir, yoksa Millî Güvenlik Kurulu mu hükümettir? Azıcık üzerine varsanız dayanıklılığını göremezsiniz, bir hamlede gerçek ortaya çıkar.

İslâm, ne Hakk’ı aldatır ne halkı aldatır. Aldatmayı kötü bilen ve bildiren bir sistemin adıdır İslâm. Kimsenin kimseyi aldatmaya hakkı yoktur. İnsanları kandırarak sevketmenin, insanlar için de, bunu yapanlar için de bir onuru bulunmamaktadır. Aldatma onursuzluktur.

Liyâkat başkanlıkta olmazsa olmaz bir unsurdur. Bu liyâkatı gösterenler arasından yapılacak seçimle İslâm ümmeti başkanlarını seçerler. Ve ona yükledikleri yükün taşınmasında onun yardımcısı olurlar. Muhalefet, demokrasilerdeki gibi değildir. Başkanın partisinin dışında düşünenlerin de partisi olur ve kendilerinden seçilmedi diye başkan ne yapar ve ne derse hepsi yanlış demez ve diyemez. Zaten İslâm’da muhalefetin ana görevi; sistemin gereği gibi yürümesinde başkana yardımcı olmak ve meydana gelebilecek sapmalardan başkanın korunmasını sağlamaktır. Demokrasilerde bunun tamamen tersi işlev yüklenen muhalefet, iktidardakiler ne yapar ve ne derlerse hepsine karşı çıkmakta, sonuç olarak kabak milletin başına patlamaktadır. Bunun hesabı da kimselerden sorulmamaktadır. İslam’da muhalefet kendi görüşünü söyleyerek iktidarın yardımcısı olur. Bu görüşler yanlışları belirtmek olduğu gibi, doğruları desteklemek suretiyle gerçekleşir.

Evet biz diyoruz ki, yönetimde en gerçekçi ve geçerli yöntem başkanlık sistemidir. Bu sistem, anlatmaya çalıştığımız ölçüler içerisinde yapılması halinde gerçekleşir ve mürüvveti görülür. Şimdiki kaos Türkiye’yi de, uygulandığı diğer ülkeler insanlarını da kurtuluşa çıkaramaz, çıkarmamıştır.

Bu ülkenin insanlarının her şeyi İslam iken Boyner gibilerin Nisan yağmuru türünden ambalaj değişikliğinin ötesinde bir başka anlam taşımayan çıkışları sonuçsuz kalacaktır. Ne denli destek verilirse verilsin bu ülkede gerçekten İslâm’a dayanmayan yöntem ve yönetimlerin yaşama şansı yoktur. İslâm dışılıkların yaşam imkânı verebilmesi ancak serumun bağlı olduğu süre için geçerlidir. Ve Türkiye 70 yıldan beri serum bağlanarak yaşatılmaya çalışılan bir sistemle yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu sebebten de halk, bürokrat, teknokrat, asker, sivil, esnaf, işçi, memur, çoluk, çocuk, kadın, erkek, kimseler memnun değildir bu sistemden.

Geliniz söylediklerimiz bağlamında konuyu bir daha ve yeniden düşünelim. Düşünmekten zarar gelmez. Düşünceler de konuşularak eğriliği-doğruluğu anlaşılan şeylerdir.

(İktibas, sayı 193)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *