Mücadele, Sabır ve Hicret

Mücadele, Sabır ve Hicret

Önemli olan, müslümanım diyenlerin gerçek İslâm üzerinde bulunmasıdır. Yaptığı mücadelenin, çektiği sıkıntıların Allah rızası getirici olabilmesi ancak buna bağlıdır. En hayati görülen anda bile Allah Rızasını kazandırıcı tavır (amel) müslümanı bağlayıcıdır.

Ercümend Özkan

Hicret’i romantik veya dramatik bir olay olarak görmek ona etkinliğini kaybettirir. 

Hicr(Ayrılık)le aynı kökten olan Hicret insanın bir yerden bir başka yere, genellikle de normal olarak ayrılıp gitmesidir. Giderken malından, eşyasından götürebildiklerini de alıp götürebildiği yolculuğa (ayrılığa) deniyor Hicret. 

İş için, kadın için, kazanç veya başka sebebler için insan yerleşik bulunduğu bir yeri terk eder oradan ayrılır. Ve normal halde de ne için ayrıldı ise, yani ne için gitti ise gittiği yere, oradan ayrılışına sebeb olan şeye kavuşur. Zira zaten bunun için ayrılıp gitmiştir bulunduğu yerden. Bu ayrılış bazen normaldir, sıkıcı değildir, ayrılır geri dönersiniz. Geldiğiniz yer, ayrıldığınız yerden daha iyi de olsa bir takım alışkanlıklar, içgüdüsel alışkanlıklar insanı hep ayrıldığı yere —ki buraya genellikle vatan-yurt deniyor— hasretle dolu tutar. 

Bazen de ayrılmak, kaçmaya benzer nitelik taşır. Her ne kadar yaşadığınız yerde yaşayıp duruyor iseniz de artık orada yaşamak sizin için her geçen gün zorlaşmaktadır. Sizi saran çember daralmakta ve nefesinizi kesmektedir sanki. Bir insanın her geçen gün yaşamasının zorlaştığı, giderek de imkân dışına çıkma istidâdı gösterdiği bir yerden ayrılması ise öyle keyfi, ya da herhangi bir seyahat benzeri ayrılma değildir. Bir bakıma canını, onu tehdid eden yerden, emin gördüğü yere atmadır. 

Muhacir, üzerinde hayatını yaşadığı toprağa, komşularına, akrabalarına, görmeye alıştığı manzaralara hemen her şeye uzak kalmıştır. Bir bakıma sil baştan yapmıştır. Yeni bir hayata başlamaktadır. O güne kadar yaşadıkları bir yana yeni bir hayatın başındadır. İnsan için böylesi önemli olaylar unutulmazlar. Hayatlarındaki en koyu çizgiyi oluştururlar. 

Muhacir’de doğup büyüdüğü yerleri bir özleme vardır. Zaman zaman burnunda tüter vatanı. Medine’deki muhacirlerin de Mekke’yi özlediklerini biliyoruz. Hattâ Ensâr’ın yıllar sonra yani yıllarca kendileriyle kaldıktan sonra Mekke’nin fethini takiben Havâzin ile yapılan muharebeden sonra tekrar Mekke’ye yerleşeceğini sandıklarını Peygamber (s.a.)’e işittirdiklerini de biliyoruz. Resulullah onlara «…Size Resulullah’ı yanınıza alıp Medine’ye birlikte dönmek daha hayırlı değil mi?» diyerek onları teskin etmiş ve Peygamberlere asıl vatanlarının hicret ettikleri yer olduğunu vurgulamıştır.

İnsanların doğup büyüdükleri bir yeri bırakıp gitmeleri kolay bir olay değildir. Hele geri dönmeleri ihtimâli zayıfsa, hele hasretlerini gidermek için ziyaret imkânları da bırakılmamışsa kendisi için, daha zordur bu şartlarda vatanından ayrılmak. Eşyalarını, çoluk-çocuğunu ve alıştığı şeylerin, yerlerin bir parçası olan şeyleri alıp götürme imkânları da bırakılmamışsa büsbütün zordur. 

Bu tür ayrılmaların (hicret) en anlamlısı mutlaka inancı için yapılanıdır. Dünyevî bir muhtevâsı olmayan ayrılmadır çünkü bu ayrılış. Yalnızca inandıkları için, inandıklarına uygun yaşayabilmek için yapılanıdır. Belki imtihanların en çetinidir. İnsan için bir ölçü olarak kullanılabilir. Onun kişiliği, fikrî kimliği, güvenilebilirliği açısından gerçekten bir imtihandır. Bunu başarı ile yapabilenlere ne mutlu. 

Bu tür bir hicreti Muhacirin adı ile anılan ve Kur’an’da da yaptıklarından dolayı övülen ilk müslümanlar yapmışlardır. İslâm kendisini kabul edenleri yücelten, onlara kişilik kazandıran bir dünya görüşü, inanç ve yaşam sistemi olduğu için yine kendisini kabullenenlere aynı seviyede üstünlükler kazandıracaktır. İlk Muhacirlerden sonrakilere de bunu kazandırmıştır. İslâm tarihinin diğer sayfaları çevrildiğinde bunun binlerce örneğini görmek mümkündür. 

Filistin, Afganistan, Suriye, Eritre, Filipinler, Endonezya (Açe) ve İran müslümanları ve tabii dünyanın diğer ülkelerinde, belki doğup büyüdükleri vatanlarında garib oluşları bir ayrı olaydır ve İslâmi niteliklidir. Otoritesini yitirmiş, bundan önce de gerçek İslâm’ı yitirmiş, ondan uzak kaldığı için gücünü de yitirmiş müslümanların bugün başlarında esen rüzgârlar elbette bir gün gelip dinecektir. Lâkin mutlaka kendilerinden önceki kavimlerin başlarına gelenler, kendilerinden öncekilerin çektikleri sıkıntıları kendileri de görüp, geçirdikten sonra kurtulacaklardır. Zira Sünnetullah budur. 

İranlı müslümanların yaptıkları bütün dünyanın dikkatlerini üzerine çekti. Müslüman, kâfir herkes onunla ilgileniyor. Zira bir sonuç elde edilmiştir. Hem de hiç kimsenin böyle bir şeyi ummadığı bir zamanda ve ülkede… Zira süper güçlerin bütün dünyanın üzerine kâbus gibi çöktüğü, teknik gelişmelerdeki başarılarını da avantajlarına katarak nerede ise 5 milyar insanın nefes alışlarını, hattâ içlerinden geçirdiklerini bile bilecek güçte oldukları hususu ve süper güçlülükleri hemen bütün dünyanın insanı üzerinde bir Caydırıcılık etkisi bırakıyor ve bunlara rağmen bir şey yapılamaz dedirtiyordu. 

Şah’ın elinde son model silahlarla mücehhez 500 bin kişilik ordusu, dünyanın en çok mevcutlu ve hepsi 180 cm boyun üstünde, tek başına bir bütün niteliğinde techiz edilmiş Muhafız Alayı, bütün İran ekonomisini elinde bulunduran Pehlevî Vakfı ve petrol gelirlerinin bizim gibi ülkeler için astronomik denilecek boyutlarda bulunmasına rağmen, İran’ın müslümanı yalnızca Allah’a dayanmış, yalnızca O’na güvenmiş ve bütün bu güce karşı tek bir silahla, evet kendisinden daha güçlü bir silahın henüz icad edilmediği, edilemeyeceği de bir tek silahla Devrimi başarmıştır. Bu silah «Allah-u Ekber»dir. Bu özün kendisinden çıktığı Kur’an’dır. Kalaşnikoflar, M-6’lar bu silaha karşı etkisiz kalmıştır ve daha niceleri de etkisiz kalacaklardır. Bir batılının da gayet yerinde bir ifade ile «Öyle görünüyor ki Tanrı Kelâmı makinalı tüfeklerden daha güçlüdür. Bunu kimse kestiremedi.»(1) şeklinde belirttiği gibi gerçekten Kur’an âyetleri makinalı tüfek kurşunlarından daha etkilidir. 

Müslümanlar gerçekten Kur’an âyetlerinin makinalı tüfek kurşunlarından daha etkili silah olduğunu kavramadıkça ne İslâm’ı ne de eşyanın gerçeğini kavramadıkları kanaatını taşıyoruz. Bu kanaatımız değişecek de değildir. Zira Sünnetullah’da bir değişiklik yoktur. 

Resulullah (s.a.) da Mekke döneminde yalnızca inanca önem vermiş, yalnızca Allah’a dayanmıştır. Arkadaşlarına (Sahabesi) ileride lâzım olur diye silahlanma öğüdü vermemiş, «kılıçlarınızı, ok ve yaylarınızı hazırlayınız olur ki lâzım olur» dememiştir. Bu hususta bize intikal eden hiçbir rivâyet yoktur. Mekke’de yalnızca Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker yapılmış, daha açık bir ifade ile insanlara İslâm güzel bir dil ve hâl ile açıklanmıştır (Tebliğ). İnananlar, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışmış, disiplinli bir şekilde hareket edilmiş, zaman zaman sıkışıp kendilerine yapılan zulme karşı koymak karşılığında bir şeyler yapmak için Resulullah’a müracaat eden arkadaşlarına Peygamber izin vermemiş, onları teşvik etmemiştir. Hattâ sıkıntılarını Resulullah’a arzeden Müslümanlara Peygamberin daralıp bir cevap bulamaması karşısında vahiy gelerek «Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.»(2/214) âyeti ile sabırla Sünnetullah’a uymaları gerektiği onlara (inananlara) bildirilmiştir. Allah’ın Elçileri elbette ki kendilerine gelen vahye göre hareket eden kimselerdi ve öyle yapacaklardı. Peygamberimiz de öyle yaptı. Kendisinden bir şey istendiği zaman, bir hüküm istendiği zaman susardı. Zira istenilen hususta bir hüküm yoksa Elçilere Rabb’lerinden gelecek vahyi beklemek düşer. O da böyle yapıyor ve daralmasına rağmen bekliyor, sabrediyordu. Zaten «Ve tevâ sav bi’l-Hakk ve tevâ sav bi’s-Sabr» hakkı ve sabrı tavsiye etmek önce kendi nefsine, sonra da Allah katından getirdiklerine inananlara söylenecek tek şeydi. Resulullah da böyle yapıyordu. Hakkı tavsiye ettiklerine sabrı da tavsiye ediyordu. Zira İslâm gerçekten Hakk’tır ve Tebliği (tavsiyesi) gerekirken, diğer yandan ‘Sabır’ da Hakk’ın ayrılmaz bir parçasıdır, bu yüzden gösterilmesi gerekir. Hakk tavsiye edilir, sabır tavsiye edilmezse Hakk’ın Hakk olduğu kanısı tavsiye edilende ve belki edende zayıflayacak, karşılaşılan güçlükler onu ufaltacak, yok edip gidecektir. Hakk korunması gereken bir şey ise, sabır da onu en iyi koruyan, bozulmadan, karakteristiğini kaybettirmeyen Hakk’ın tabiâtına en uygun bir ambalajdır. 

Hakk’la birlikte sabır Sünnetullahtandır. Allah her şeyi bir ecel ile yaratmıştır ki bu ecel (süre) ancak sabır ile dolmaktadır. Bir meyvenin olgunlaşmasından, dünyanın güneş çevresindeki devrini tamamlamasına kadar her şey mutlaka bir ecele tâbidir. İşlevini görmesi ecele bağlı iken, bir gün gelip yok olması da (Kendi Zâtından başkasının) yine bir başka ecele bağlı kılınmıştır.

Önemli olan şurada veya burada müslümanım diyenlerin gerçek İslâm üzerinde bulunmasıdır. Yaptığı mücadelenin, çektiği sıkıntıların Allah rızası getirici olabilmesi ancak buna bağlıdır. En hayati görülen anda bile Allah Rızasını kazandırıcı tavır (amel) müslümanı bağlayıcıdır. Zira O’nun belirlediklerinin dışında hiçbir şey Allah katında mazeret değildir. Örneğin ölecek derecede aç ve susuz kalan birisinin yalnızca açlık ve susuzluğunu, yeniden bir şey bulabilme ümidi doğana kadar domuz eti ve şarapla giderebilmesi mazeret olarak O’nun tarafından açıklanmış ve buna izin verilmişken, yine kendisi ve çocukları aç kalan bir kadına bir öğünlük olsun yiyecek temin etmek için zina edebilmesi mazeret olarak kabul edilmemiştir, böyle bir şeye izin verilmemiştir. 

Müslümanların İran’da veya bir başka diyarda gerek İslâmi Yaşamı getirmek için uğraşıları sırasında, gerekse İslâm’ı getirdikten sonra hiçbir hareketleri ne Emir’in ne de bir neferin Allah’ın izin vermediği bir işi yapmasına cevaz yoktur. Elbette ki Allah bağışlayıcıdır, affedicidir. Lâkin bilinmelidir ki O’nun ‘Gafuru’r-Rahîm’ oluşu bizler için bir özel teminat değildir. Ve amellerimizi O’nun sıfatının verdiği güven içinde değil, her amel için biçilmiş haram-helâl ölçüleri içinde gerçekleştirmek durumundayız. Bir bakıma şunu demek istiyoruz: Bir müslüman inanç (iman) ve amelini öylesine Allah’ın bildirdiği ölçülere uydurmak zorundadır ki yalnızca bu ölçüleri tutturmasıyla Allah’ın rızasına kavuşacak ve Va’dedilen mükâfaata erecektir. Yani bu sonuca ulaşmada (haşâ) O’nun afv’ının bir rolü olmayacaktır. O’nun afv’ının sağlayacağı avantajı düşünmeden inanmak ve amel etmek durumundayız. Bu ömrü böyle bitirmeye aklımızı takmalıyız. Lâkin O’nun afv’ına da mazhar olursak —ki elbette muhtacız— ne nimettir O’nun afv’ı. Bütün işlerimizi böyle tuttuktan sonradır ki O’nun avf’ını ummanın imkânı doğuyor demektir. İnanç ve amellerinde O’nun tebligât ve talimâtına uymayı ihmâl edip, yalnızca O’nun afv’ına sığınmakla, bu afv’a mazhar olunabileceğine inanmamıza manidir Kur’an’ın talimâtı. 

İnsan her düşüncesinde ve her amelinde Kitab’ın talimâtı ve bu talimâtın en iyi uygulaması olan Resulullah’ın Sünneti’nde görülenleri esas almalıdır. Bu konuda yapılan yanlışlar, bilerek ya da bilmeden düşülen sapmalar ister istemez insanı ve bu işle uğraşan toplumu iki taraflı memnuniyetsizliğe götürür. Ayrıca bu tür gelişmeler gerçek bir başarı sağlamazlar. Dünyevi sonuç bakımından ele alınabilecek bir şeyler meydana çıkarsa da Huzurullah’da, O’nu râzı edecek işler genellikle az olacaktır. Zira bir takım sapmalarla oraya varılmış, bilgisizlik, ya da yanlış bilgi doğru sanılmış, gerekli araştırma yapılmamış, «akledilmemiş»tir. 

Bir hareket henüz başlangıcında mutlaka düşünce ve metodunu açık seçik ortaya koymalıdır. Anlaşılır bir şekilde onu açıklayabilmeli, delillendirmeli, iknâ kaabiliyetine (bilenleri) hâiz olmalıdır. Bilmeyenlerin iknâ olması veya olmaması önemli değildir. Düşünmeyenlerin iknâ edilmesi diye bir sorun olmadığından bahsediyoruz. 

Bilinmelidir ki bir hareketin en büyük yanlışlarının başında düşüncelerinin ve metodunun belirsizliği gelir. Bir takım düşünceleriniz belli olsa da bunları en yakınlarınızdan başlayarak kamuoyundan saklamak, giderek bu fikirlerinizin gerçekleştirilmesi imkânlarına kavuştuğunuzda, hem de tam zamanıdır dediğiniz zamanda hiç uygulama imkânınız bulunmadığını göreceksiniz demektir. Zira en yakınlarınız olsun, kamuoyu olsun öyle bir şeyden haberdâr değildir.

Statik kültür üzerine oturttuğunuz hareket ise, bu kültür çok karışık çoğu kez de doğru bulunmadığı için, ulaşacağınız sonuç tekrarı istenmeyen bir şey olacaktır. Zira statik kültür, hele günümüzde şamanist kalıntılardan hıristiyâni karışmalara, eski yunan sofizminin hakimiyetinden budist serpintilere ve çoğunu İsrailliyyâtın oluşturduğu ve pek azını da Peygamberimizin Allah katından getirdiği dine ait, sadece doğruluğu var sanılan düzme-takma bilgilerden oluşmaktadır. 

Mevcudun (Statik kültürün) restorasyona tâbi tutulması zarurettir. Bilindiği gibi restorasyon iki şeyi kapsamaktadır: Birincisi, aslında var iken zamanla zâyi olmuş unsurları, asli ölçülerine göre kaynaklardan (Kitab ve Sahih Sünnet) çıkarıp yerine koymak. İkincisi ise, aslında yok iken sonradan ve kaynaklarla ilişkisiz olarak asla katılmış yabancı unsurları ondan temizlemekle mümkündür. Her iki ameliye yapılırken kaçınılmaz olarak Kitab ve Sahih Sünnet iyi araştırılmalı, bilinmelidir. Ki yapılacak işin temelini bu bilgi oluşturacaktır, yapılacak şeyler bu konudaki doğru verilere dayandırılacaktır. 

Bugün gençler arasında dikkatleri çekecek derecedeki gelişmeler anlaşılmaya muhtaçtır. Toplum asırlardır üzerinde bulunduğu halini bozmaya başlamıştır. Bu bozulma (süregelen halini bozma) bizce iyiye alametlerle doludur. Bir bakıma konuyu şöyle değerlendiriyoruz: 

Bugün görülen değişiklikler sanki şöyle bir görüntü sergiliyor. Düşününüz ki üzümleri çiğnediniz, şıra oldu ve çörü çöpü ile küplere doldurdunuz. Bu hâl durup durursa, yani şıra halini korursa bu endişe edilmesi gereken bir şeydir. Zira bu hâle getirilmiş üzüm diyelim ki mis gibi sirke olsun diyedir. Bir süre sonra bu şıra rengini, tadını, kokusunu değiştirmeye başlıyorsa —ki şu anda Müslümanların, bilhassa gençlerin durumu budur— bu iyiye alamettir. Zira şıranın sirke olabilmesi için önce şıralığını yitirmesi gerekmektedir. Şıralıktan çıkmalıdır önce ki onu takiben bir başka şey olabilsin. Bu bozulmanın verdiği rahatsızlıklar görüyoruz. Kokusunun pisliği, görüntüsünün çirkinliği ve tadının bozukluğu insanı rahatsız edicidir. Lâkin bilinmelidir ki her yeni oluşum, mevcudun bozulmasından sonra gelen safhadır. 

Biz bu üzümlerin sirke olmasını istiyorsak, bir diğer ifade ile şaraplaşmamasını istiyorsak bu takdirde şıramızın sirke olması için tuzuna dikkat etmemiz mi gerekiyor, o halde kokusunun bozukluğuna, görüntüsünün çirkinliğine, tadının da kerihliğine bakmadan ne kadar küp ve küpecikte şıramız var ise hepsini dolaşarak tuzunun ayarını sağlamaya, sirkeleşmesi için gerekeni yapmaya mecburuz. Bu iş sıkıntılıdır. Zira koku hoş değildir, tad bozuktur, görüntü iç açıcı değildir. Amma her şıra sirke olurken bu safhalardan geçmektedir. Bizim şıramız için de durum başka türlü olacak değildir. Eşyanın tabiâtı böyledir, sünnetullah böyledir. 

Yapılacak iş sabırla, tahammül ile ve bütün bunları yalnızca Allah için yapmak suretiyle bu küplere, küpeciklere yanaşmak ve her türlü rahatsızlık verici hallerine rağmen bunlara elimizdeki tuzdan katmak ve tuzlarını iyi bir sirke elde edebilmek için ne nisbette gerekiyorsa o nisbette katarak bunca, bozulan şıranın şaraplaşmaması için çalışmaktır. Şıra bizimse bu işin derdi de bizimdir. Her türlü sıkıntısına rağmen bu işle uğraşmak başkasına değil bize farzdır, Müslümanım diyene ve elinde tuz bulunana farzdır. 

Madem ki şu anda bu bozulma herkesin fark edeceği düzeye tarihinde ilk defa gelmiştir, oluşum gittikçe hızlanarak devam etmektedir. Şıraya düşen bozulmaksa, şıranın sahibine düşen de elbette şıranın şaraplaşmamasını sağlamaya çalışmak, bunun gereğini yerine getirmektir. 

Tutucular için, en iyi hâl elde bulunan hâl olduğundan ve başka hâl düşünmeye kâdir olamadıklarından mevcut bozulma en çok onları rahatsız edecektir, etmektedir de. Bu sebeble bütün güçleriyle bu değişmeye karşı koymaya çalışacaklardır, çalışmaktadırlar da. Yunan sufizmini, vahdet-i vücudu, budizmin tayy-i mekânını, şamanizmin çaput bağlamaları ve kurganlarını,(2) hıristiyanlığın mum yakmaları, günler düzenlemeleri ve daha nelerini, kuruntularıyla karıştırıp kendilerine din edinenler, üzerlerine de Allah’ın dininin isminin levhasını asmaktadırlar ve kendilerine Müslüman demektedirler. Üstelik de gerçekten hiçbir şey ifade etmeyen zannlarıyla Allah’a eş koşmaktan, O’nun gönderdiği dini tağyir etmeye kadar her işin adını İslâm koymaktadırlar. İşte günümüzde, asırlardır olmayan şeyler olmakta ve süregelen durum bozulmaktadır. Çevrenizde olup bitenler, yer yer gelen kokular, tad bozuklukları bu halin değişmeye başladığının alametleri olarak algılanılmalıdır. Ki gerçek de budur. 

Bu tutucu takım, gerçekten gerici takım, toplumda yaygın düşünce seviyesinin düşüklüğünden de yararlanarak bu düzelmeye yönelik bozulmadan en çok rahatsızlık duyanlardır. Değişmeye en çok karşı çıkanlar, etkisiz kılmak için bütün yedeklerini harcayanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Gerekçeleri ise «ya bu bozulma sirke değil de şaraba dönüşme olarak gerçekleşirse» endişeleridir. Aslında bu endişe, görünüşü itibariyle sağlıklı gibi görünüyorsa da temelindeki saik tektir ve asırlardır süregelen tutuculuğun, bağnazlığın masum görünen ifadesinden başka bir şey değildir. 

Yenilikçilik her zaman mutlaka yeni bir şey getirmek değildir. Peygamberimiz de yenilikçidir ve getirdikleri ile içinde bulunduğu toplum tarafından ‘Hiç kimseden duymadıkları şeyleri söyleyen birisi’ olarak itham olunmuş ve bu sebeble de nifak ve fitne çıkarmakla suçlanmıştır. Lâkin Resulullah (s.a.) kendisinden önce gelen peygamberlerin tebliğ ettiği dini esası itibariyle tebliğe memur olduğunu tekrar edip durmuş, gelip geçen diğer peygamberleri red değil bilâkis kabul ettiğini belirtmiştir. Bir doğrunun açıklanması, kendisinden önce o doğruyu bütünü veya bir kısmı ile de olsa söyleyenleri reddetmeyi gerektirmez. Peygamberler de böyle yapmışlar, kendilerinden önce gönderilenlerin söylediklerini tasdik etmişlerdir. Doğruları söyleyenler birbirlerinin kardeşi olduklarından Peygamberimiz de kendisinden önce gönderilen peygamberlerin kardeşleri olduğunu defaatle bildirmiştir. 

Değişme alâmetleri gün geçtikçe artmaktadır. Değişiklik her geçen gün daha çok insanı içine alarak büyümektedir. Bu gidişin önüne geçmek mümkün görünmemektedir. Bunu durdurmaya da kimselerin gücü yetmeyecektir. Zira Allah böyle dilemektedir. Yalnız, yapılacak bir ve çok önemli bir iş vardır: Bu değişikliğin sonucunun sirkeye dönüşmesini sağlamak için çalışmaktır. Ola ki bir kısmı bu arada şaraplaşacak ve atılacaktır. Fakat inanıyoruz ki büyük bir kısmı ‘mis gibi sirke’ olacaktır. Uğraşmak gerekmektedir. Çalışmak gerekmektedir. Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sahih sünneti bilinmeye çalışılmalı, karşılaştırmalar yapılmalı, sünnet sünnet ile ve sünnet Kitab ile karşılaştırılmalı, mukayeseler yapılmalı, doğru düşünce sahiplerinin günümüzde de geçerliğini koruyan düşüncelerine itibar olunmalı ve aklımıza akıl katarak bu iş becerilmeye, başarılmaya çalışılmalıdır. Ve elbette Allah’a tevekkül edilmelidir. Zira biliyoruz ki çalışmak bizden, yardım Allah’tandır. İnanıyoruz ki Allah dinini yeniden yüceltecektir. Allah Peygamberimizle gönderdiği dini (sonradan oluşmuş ne idüğü belirsiz dini değil) din edinenleri iki cihanda aziz edecektir. Bu O’nun vaadidir. O’nun vaad ettiği ise mutlaka gerçekleşir. 

Biz Allah’a yardım edersek Allah’a da bize yardım etmek vâcib olur. Bu gerçek O’nun sünnetinin gereğidir. 

Diyoruz ki özetle, bilhassa gençler —ki gelişmeye en çok müsait olan, kafaları kireçlenmemiş olanları kastediyoruz gençler derken— Kur’an’ı ellerinden düşürmemecesine okusunlar, Peygamberin hayatını da öyle.. Çeşitli kaynaklardan okusunlar. Okurken notlar alsınlar. Anladıkları ya da anlamadıkları yerleri tesbit edip, bu işlerle uğraşan kardeşleriyle tartışsınlar, konuşsunlar, öyle mi anlamak gerek, başka türlü mü diye muhakeme etsinler, mukayese etsinler. Tartıştıkları konular kendileri için yeni olmakla birlikte kendilerinden önce gelenler için de varit olduğundan onların da neyi nasıl düşündüklerine baksınlar, bu işi iş edinmişlerin ictihadlarına, muhakeme tarzlarına, mukayese biçimlerine baksınlar. Ölçüp biçip tartsınlar ve bu işi yeniden, yeniden yapsınlar. Göreceklerdir ki uğraştıkça, kendilerini konuların içinde bulacaklar ve İslâm ile haşır neşir olacaklardır. Allah’a anlayışlarını açması için sığınmayı ise hiç mi hiç terk etmesinler. Allah onlara elbette bir yol gösterecektir.

Okurken, araştırırken, tartışırken ilk elde ettikleri sonuçları hemen kafalarının demirbaş hanesine kaydetmesinler. Zira yaz-boz yeri olmamalıdır kafalar. Azmettikten, gerekeni yaptıktan sonra elde edilen doğrularla amel ederlerken, bunlara, bir daha dönüp tartışılmaz doğrular olarak bakmasınlar. Ola ki gün gelir aynı konuda daha isabetli olan, seviyesi üstün bir doğru ile karşılaşırlar. Bu takdirde bunu alıp, öncekini terk etmeleri gerekir ki bağnazlığa düşmesin ve hep daha doğruların tâlibi olsunlar. 

Bilsinler ki uğraştıkları iş Allah’ın sahibi bulunduğu iştir ve yardımcıları Allah’tır. O’nun gibi güzel ve akla gelmez yardımlar yapmaya Kâdir bir yardımcı da bulunmaz. Allah’ın işi ise yalnızca Allah için yapılır, yalnızca O’ndan yardım ve ecir beklenilerek yapılır. Bu unutulmamalı, insanların levmetmelerinden çekinilmemelidir. Allah’ın yardımı ise ancak hak edenlere; «Hakkı ve sabrı tavsiye edenler»e ulaşacaktır. 

Allah’ın en çok önem verdiği ve kullarından birinci derecede beklediği şey Tevhid İnancı’na gölge düşürülmemesidir. Kendisinin birliği; eşi, ortağı bulunmamasına titizlenmesinin üzerinde titizlendiği husus yoktur dersek, Kur’an’a bakarak söylediğimiz anlaşılmalıdır. 

Hemen herkesin okuyup durduğu, Kureyş’in putları Allah’a ortak koşar duruma gelen tutumlarının aynısı, bugün çok az bir değişiklikle yaygın vaziyette görülmektedir. Kureyş’in müşriklerinin Peygamber’e söylediklerine baktığımızda onlara Allah «Onlara, ‘Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?’ diye sorsan, Allah derler»(29/63) buyuruyor. «Allah’ı bırakıp da O’na yakınlık peydâ etmek için… »(46/28), «O’nu bırakıp da putlardan dost edinenler, ‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.»(39/3), «Dikkat edin halis din Allah’ındır»(39/3), «…O tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar»(36/23) demesini Resulullah’a ve bizlere öğütleyen Allah-u Teâlâ’nın kelâmının ortaya koyduğu mana ile bugün yaygın bir şekilde en yakın çevremizde bile görüverdiğimiz olup bitenlere bakalım: «Filân zât ile râbıta kuracaksınız, ona yakın olacak ve hizmet edeceksiniz ki Allah katında yakınlığı bulunan o zât sizin için O’nun nezdinde şefaat edebilsin» anlayışındaki motifler ile Kureyş’in ya da putlara kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye tapan başkalarının hali arasında çok büyük mü farklar vardır dersiniz? Belki tek farkları bugünkülerin Kureyş kabilesinden olmayışları ve o günkülerden farklı olarak canlıları (bir takım insanları) o günkü cansız putların yerine koymalarından ibâret değil midir? Aynı mantık, aynı yapı ve aynı esassız düşünce tarzı o günkülere olduğu gibi bugünkülere de hâkim değil midir? 

Aslolan, Rabb’liği yalnızca Allah’a hasretmek, kulluğu da yine O’na yapmak iken, hangi farklılık ile olursa olsun bir insan Allah ile kendi arasına birisini, bir şeyi koyuyorsa işte bu insan Kur’an’da bolca örnek verilen ‘Ortak Koşanlar’dan biri durumuna geliyor demektir. Bir müslüman ne kadar Allah’a yakın olursa olsun, ne derecede veli (Allah’ı râzı eder halde) olursa olsun kesinlikle Allah ile bir başka kulun arasında ne aracı, ne ricacı, ne de şefaatçı olabilir.

Allah’a iman eden ve iyi işlerde râzı edenler velîdirler. Örneğin Allah’ın Resulü hem resul, hem de O’nun bir velisi idi. Ve kızına diyordu ki: «Kızım Fatıma! Sakın babam Peygamber diye güvenme!..» Bu ikazını sık sık tekrarladığını hadis kitapları tekrar tekrar naklediyorlar. İnancımıza göre Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali de veli idiler. Fakat zamanlarında kimseler bu velilerle Rabıta kurarak, bunların simalarını gözlerinin önüne getirerek Allah’la yakınlık kurmaya çalışmamış ve kimse bunların herhangi birinden şefaat (yardım) talebinde bulunmamıştır, her müslüman, her mü’min yalnızca Allah’tan şefaat (yardım) isteğinde bulunmuştur. Zira Resulullah (s.a.) da onlara bunu öğütlüyordu.

Bilinmelidir ki Allah yalnızca ‘iman eden ve sâlih amel işleyenler’den râzı olacaktır. İmanlarını Allah’ın bildirdiği usul ile teşekkül ettirenler ve amellerini de Salih Amel olarak bildirilen amellerden oluşturanlar Allah’ın kendilerinden râzı olacağı kimselerdir. Bu gibiler Rablerinden râzıdır, Rableri de bu gibilerden râzıdır. 

Rabbimizden râzıyız. O’nun da bizden râzı olmasını umuyoruz.

Dipnotlar

(1) “Ayetullah’a Ödeyeceğimiz Bedel”, Nicholas Bethell, Daily Mail Hürriyet, 16 Şubat 1979; İktibas Dergisi, Şubat 1981, sayı 4, sayfa 12.

(2) Orta Asya kültüründe Türklerin ileri gelenleri(Ulu)nin ölüleri için evimsi kapalı mezarlar yaptıkları, tazim ettikleri ve bu mezarlara «KURGAN» dediklerini biliyoruz. İslâm kültürüne geçtikten sonra da şamanist kültürün kalıntısı bazı şeylerin yaşamaya devam ettiği gibi bu “kurganlar” da «kümbet»leşerek (Selçuklular dönemi), daha sonra ise “türbe”leştiklerini ve el’an bu cahiliyye âdetinin yaşadığını biliyoruz. Ve Resulullah’ın en iyi kabir yerle bir olandır demesine rağmen..

(Ön Soruşturma, Sor Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara 1986; İnanmak ve Yaşamak, 1. Baskı, İstanbul 1988, sayfa 259-274)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *