İyisi mi ben mağaramda kalayım!

İyisi mi ben mağaramda kalayım!

Ama bizim hiç mağaramız olmadı değil mi? Sürekli sokaklarda, caddelerde, üye sayısının fazlalığıyla övündüğümüz kurumların salonlarında kalabalıklar arasındayız biz zaten, mağara kimin umurunda!

Sizin oluyor mu bilemem.
Benim bazen mağara çocukları (Ashab-ı Kehf)  gibi kalabalıklar içinde ama aslında yalnızları oynadığı şehir-ler-den dağlara çıkasım geliyor.
Adaletsizliğin ve zulmün biteviye sürdürüldüğü, insan aklını nahak yere meşgul eden meselelerin sürekli gündeme servis edildiği; bu bağlamda üretilen yalan yanlış her türlü bilginin olanca ağırlığıyla insanı ezdiği, entellektüel baskılar nedeniyle sorumlu kıldığı, en kötüsü de kendisini Müslüman olarak tanıtanların birçoğunun birbirlerine durduğu bu vasat gerçekten yoruyor beni.
O yüzden yaşanılan bu süreçten uzaklaşmak, televizyon, radyo, gazete, telefon vs. gibi anlam dünyamızı bilerek tahrip ve tahrik eden iletişim kaynaklarını yanımızda taşı-ya-mayacağım mekânlara, dağlara kaçmak, oralarda bir başıma âlemden soyutlanmışçasına kalmak, yaşamak geçiyor içimden.

Allah’ın resulü Muhammed de mağara çocuklarına öykünürcesine öyle yapmamış mı bir müddet? Günlerce, kalabalıklardan uzak bir mağarada, kendi varlık sebebini tefekkür etmemiş mi?
Defaatle tekrarlamış bu eylemini; inanırsınız, inanmazsınız, okudum, öyle anlatıyor rivayetler.
Dünyayı kahreden vahşetin, haksızlık ve adaletsizliğin, şirk ve zulmün, sürekli işlerlik kazandırılan sömürünün yani insanın aymazlığının karşılığı olan her şeyin anlam dünyasında oluşturduğu kirliliği resetlemek; vesveselere garkolmuş muhayyilesini aslına döndürmek için bir başına, yapayalnız ama aslında ne aradığını bilircesine intizar etmiş, bekleşmiş ismiyle müsemma olmuş mağarasında.
Hakkını vermiş tezekkür ve tefekkürün yani kendisine verilen akletme ve düşünme melekesinin. Sonunda, aslında bildiği ama bir türlü adını koyamadığı tek gerçeklik, tek hakikat ses vermiş ona.
Tabii ki mağarasında sıkışıp kalmamak koşuluyla, tabii ki Mekke sokaklarına koşturup insanları kendisine gelen hakikatten haberdar kılmak, paylaşmak şartıyla.

Ama bizim hiç mağaramız olmadı değil mi?
Sürekli sokaklarda, caddelerde, üye sayısının fazlalığıyla övündüğümüz kurumların salonlarında kalabalıklar arasındayız biz zaten, mağara kimin umurunda!
Bulsak bile bir mağara, kalabilir miyiz oralarda, tezekkür ve tefekkür edebilir miyiz günlerce?
Hem tefekkür bizim işimiz miydi yoksa ağır ağabeylerin; yoksa âlim, aydın, entelektüel diye bilinenlerin, sair mektep medrese görmüş diye bilinenlerin işi miydi?

Birden esti işte; başta da dediğim gibi, mağara çocukları ve Hz. Muhammed’in Hira’sı aklıma düştü aniden; yalnız olmak, dünyada neler olup bitiyor haberdar olmamak, üzerimize yığılan devasa sorunlardan, meseleymiş gibi pazarlanan, bizatihi kirli sistemin adını koyduğu ve tartışalım diye kucağımıza koyduğu sorunlardan bir müddet uzaklaşmak gibi bir arzu galebe çaldı, onlardan mülhem.
Ama ne mümkün, kuşatılmışız bir kere. Hem öncelikli olarak kendi nefsimiz için ve sonra diğer sosyal katmanlar/bireyler için, hakkını veremesek de “Kalk ve korkut, inzar et!” emri de ortadayken bu mümkün mü?
İddiamız bu fakat ne mağarada kalıp hesaplaşmanın ne de dışarıya çıkıp gerçekleri haykırmanın hakkını veremiyoruz. Bu yüzdendir ki kendi adıma üzgünüm.
Örneğimiz İslam peygamberi, rahatsız etmiş Mekkelileri, sonra hicret etmiş Medinelilerin arasına. Hiç bir menfaate dayanmayan dostluk ve kardeşliği tesis etmiş güzelcene ve o güçle ve o birliktelikle fethetmiş şehirlerin anası Mekke’sini. E, peki, nerede bizde kardeşlik, nerede dostluk, nerede paylaşmak, nerede dertleşmek? Mücadele böyle mi olacak? Parça pincik edilmişiz de farkına varanımız yok, nereyi fethedeceğiz bu halimizle?

Geçmişte böyle, işte bugün önümüzde halledilmesi gereken bir dolu mesele, dayatmışlar bize hepsini, hangisine kafa yorsak bilmem ki? O mesele, bu mesele işle işleyebildiğin kadar ve çık işin içinden çıkabilirsen! Garip kaçmaz umarım; hani, birkaçı belki ama hepsi gerçekten bizim meselemiz, bizim derdimiz olsa gam yemeyeceğim. Öyle allayıp pulluyorlar ki öyle cafcaflı, ağdalı, tumturaklı ifadelerle sunuyor ve bir o kadar da gerilim ihtiva eden bir biçimde pazarlıyorlar ki meseleleri, sonuçta bizim meselemiz olup çıkıveriyorlar; kaçamıyoruz ne yazık ki kovalıyorlar bizi.
Onları bilmedin mi, kafa yorup çözümler üretmedin mi, her vasatta onlara dair gündem oluşturmadın mı; yandın bittin, kül oldun gittin, cahil cühelanın tekisin!
Garibim bizler de sanki bize akıl danışan varmış gibi, bizi varsayıp ürettiğimiz çözümlere kulak veriyorlarmış gibi ha babam de babam kafa yoruyoruz. Danışma,  İstişare, akıl alma, değer verme, itibar etme vs. sahi, ne işe yarar bunlar?

Siyasal erk, derin algının sahipleri hangimize sordu şu mesele, bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz diye? Katılımcılıkmış, serbest irade ve serbest beyanmış; inanç ve ifade, inanca göre yaşama özgürlüğüymüş, hepsi onların çizdiği sınır ne kadar ise o kadar değil mi?
Pazarlayıp durdukları kavramlara bile sadık değiller onlar. Arada bir önümüze koydukları sandıklar mı sahici yapacak ürettikleri kavramları?

Çok sorular var daha çoook!
Herkes biliyor, herkes şahit; dün başka meseleler haberlerde başköşeyi tutuyor, en akıllı uslularımız(!) onlar hakkında akıllarını değil dillerini(!) çalıştırıyorlardı.
Şimdi sımsıcak başka gündemimiz, gündemlerimiz var. Yazıp çizmeler, açık oturumlar, açık görüş programları onlar için gerçekleştiriliyor. Hatta bazıları var ki ısıtılıp ısıtılıp servis ediliyor, alın size bir oyuncak, oynayıp durun diye!

Eli kulağındadır, yakında başka bir gündem konusu servis edilmeyi bekliyordur. İnanın o da nostaljik özellikler taşıyan ve bir türlü halledilemeyen, aslında halledilmesi istenmeyen meselelerden biridir.
Ve yine onlar hakkında kim konuşturulacak, konu hakkında kime yazdırılacak, oluşturulan sipariş gündem sayesinde hangi Tv. kanalı, ne kadar reklâm alacak belirlenmiş, adı konulmuştur bile.
Biz de kimine göre tüm duyarlılığımızla, kimine göre de entelektüel tarafımız eksik kalmasın diye, sanki aldığımız yükün altından kalkabilecekmişiz gibi suni gündemlerin içine balıklama dalıveriyoruz.

Teyakkuzda olalım, müteyakkız kalalım…
Bizi bize unutturmak, kendi gündemlerinde boğmak ve sonra servis dışı bırakmak istiyorlar ve hatta bizi bize durdurmaya çalışıyorlar haberimiz olsun!

Şimdi mağara denilince, mağara devri, ilkellik akla geliyor değil mi?
Ama o akla inat bizim medeniyetimizin başlangıcı Resulullah’ın mağarası, Hira’sı değil miydi?
Bunca rivayetler, bunca tefsirler bu şekil işlememişler miydi?
Suni gündemleri, dayatılan meseleleri yerle yeksan edip vahyi iradeyi, İlahi çağrıyı gündeme taşıyan ve hatta icbar eden sesin ilk duyulduğu yer değil miydi orası?

Sahi, bizim niye mağaramız, Hira’mız yok?
Vahiy, peygamber gelmeyecek bu belli; ama hiç olmazsa tefekkür etmek, düşünmek için bir Hira’mız olsun ki kalabalıklar arasına vahyi umdelerimizle beraber koşuşturuverelim…
Diyeceğim ama ben kendi mağaramda mı kalsam, ne yapsam?
Hem ben ne demeye çalıştım bilmem ki!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *