Çıplaklık!

Çıplaklık!

Diyor ya şair; ‘Bize ne olduysa hep azar azar oldu! diye (Arif Nihat Asya), cicili bicili, albenili, boyalı badanalı, yerli yersiz/yabancı onca kavram, kelime ve terkip sayılabilir, sıralanabilir… Bunlardan her biri, bir parçamızı götürdü, bir tarafımızı eksiltti, bir bakışımızı sarstı, bir kaidemizi yıktı, bir ilkemizi savsaklamaya vesile oldu!

Mustafa Bozacı

Kategoriler; 

‘Çıplaklık’ denildiğinde nedir aklınıza bir çırpıda, ilk önce gelenler? Çok farklı sonuçlar, kategoriler mümkün değil mi? Biz de konuyu ilk aklımıza gelenleri sizlerle paylaşarak irdelemeye çalışacağız. Bize göre meselenin iki boyutu var.  Mecazi anlamıyla öne çıkan bu kategorilerden ilk akla gelen ‘kral çıplak’ terkibindeki kasıt ve vurgudur… Belki birinci akla gelen bu mecazi anlamı da iki bölümde incelemek mümkündür. Bu maddenin iki alt başlığı olabilecek bablar; ‘kitlenin çıplaklığı/giyinik olmaması’ ve ‘zihinsel çıplaklık/çoraklık’ olabilir… İkinci akla gelen ve üzerinde daha çok duracağımız kategori ise gerçek ve yalın anlamıyla ‘çıplaklık’…  

Günümüz “cadı avı” ortamlarında ve zamanlarında kelimelerimiz buna ne kadar kifayet edecek bilemiyoruz.  Siz azımızı çoğa sayın, eksikleri tamamlayın lütfen… Konu her boyutuyla “insan” odaklı… Sebebi de, sonucu da, çözümü de insan… Yaptıklarının sonucundan olumlu veya olumsuz etkilenen de insan!

Kral çıplak; 

Birinci ve asıl boyutuyla “çıplaklık”; “Kral çıplak!” ifadesinde karşılığı bulunan, siyaseti yürüten, iş ve işleyişi kotaran, astından üstüne, memurundan amirine, kapıcısından bürokratına, hiyerarşik kademelerin her basamağına, derininden/çukurundan zirvesine kadar “güç” sanı ve sanrılı, apoletli apoletsiz, titrli titrsiz, ürkek veya erkek, resmî/askerî veya sivil “seçkin” zümrenin/mele/mütrefin duygu, düşünce ve amellerinde hakim unsur olan kelimenin aslında mündemiç “şeffaflık” olgusunun tam zıddına işleyen, ona sirayet etmiş renk, koku, tat cinsinden, “geçiş üstünlüğüne” haiz, “küçük dağları ben yarattım” pozlarını yükleyen, yükten/sorumluluktan/hesap vermekten de yüksünen, tüm erklere sahip, esasında “azınlık” formunda ama ‘yetki/temsil hakkı almış’, “idare/idareci/yönetici” pozisyonunu ve onun vekaletini almış seçilmiş olsun, atanmış olsun taifenin hali pür/zül melalini içkindir.

Bu, -her ne kadar azınlıkta da olsalar- mütehakkim ve mutlu taifenin bu hali pür/zül melallerini açık edecek, sis perdesini aralayacak, ‘gizli ajanda’ söylem ve söylentilerinin içi boşluğunun ve yanılsamasının sihrini çözecek, algı manipülasyon ve operasyonlarını bitirecek, maske, makyaj ve sahte gömlekleri deşifre edecek bir durumdur. Diğer taraftan takılı ‘at gözlüklerinin’ çıkarılması, olabildiğince şeffaflık ve hesap verilebilirlik, normlara, ilkelere sadakat izharı ile olabilecek nitelikler gerektirir.

Onlar “güç tanrılarının” verdikleri bu doğal(!) yetki ve mirası, üzerinde tepine tepine, üstelik gerine gerine kullanmakta/tüketmekte bir beis görmemektedirler. Ne de olsa o “tartışılmaz” yetki onlara yarı ilahlık atfetmektedir. Üstüne üstlük sevk ve idare ettikleri kitlenin/yığınların/birikintinin (Kadir Cangızbay’ın ifadesiyle…) gönüllü gönülsüz, gafilane, cahilane veya bile isteye, o etkinlikten pay veya paye kapabilmek gayesi ile verdikleri ekstra yetki de cabası!

Bunu ters yüz/açık edecek, illüzyonu bitirecek, saflıktan kurtaracak yetkinlik az buz bir seviye, herkesin harcı da değildir! Azim işlerdendir. Basiret, feraset, kemalat gerektirir. Farkındalık, fedakarlık ister. Bedel ödemeyi, ahirete rağmen dünyaya tav ve av olmamayı gerektirir.

İster birinci maddeye ek olarak ve isterse bağımsız birer madde olarak ele alınabilecek bablar ise; “Kral çıplak, ahali de giyinik değil!” şeklinde özetlenebilecek, ‘kitlenin çıplaklığı’ ve ‘zihinsel çıplaklık/çoraklık’ meseleleridir. Ki bunlar birbirinin lazımı melzumu, mütemmim cüzü (tamamlayıcı unsur) olarak işlev görmektedirler, ‘tencere kapak’ misali ya da!

Ahali de giyinik değil; 

O çıplaklığı fark ve ayırt edecek sağduyu maalesef “sağcılık” dürtüleri ile köreltilmiş durumdadır! Basiret feraset hak getire! “Liyakat” yerle yeksan! “Adalet” artık kadın ismi sadece! Soy, sop! Nerede “takva”, nerede samimiyet ve safiyet! Saflık; fıtri yapının korunması, hak ve hakikate uygun doğallıktan koparılıp “ben bilmeze, görmez, duymaza”, üç maymunu oynamaya, kulağı üstüne yatmaya, “sürüden ayrılmamaya”, bıyık sakal ikircikliğine, maslahata, ‘gemiyi yürüten kaptan’ formuna indirgenmiş durumda ne yazık ki! (‘Aynı gemideyiz!’ edebiyatının da sıkı bir tahlili gerek!) Bizim takımdan, bizim mahalleden algılarının normdan uzak formları (!) karşısında “umacı” formuyla iş bilenin, kılıç kuşananın! Atı (ç)alan Üsküdar’ı geçiyor, tur üstüne tur bindiriyor!

Bu aymazlık sürdükçe “aynı delikten daha çok ısırılırız”, o ısırıklardan da keramet arar dururuz. Tekerrür eden tarih misali! “Alan razı, veren razı” ikircikliğinin, hesap/kitapta’da aynı ayniyeti getireceği unutulmamalıdır! Sorumluluk da “fifti fifti” yani!.. Neyse halimiz o, çıkıyor falımız! Ebu Bekir’e atfedilen: “Ne halde iseniz öyle yönetilirsiniz!” kavli leyyinince…

Tamam mı? Anlaşıldı mı? Önce biz giyinik olacağız -ki libasın, örtünün, elbisenin hakikisi ‘takva’dır, rızıkta da olduğu gibi-… Önce öyle giyinip kuşanacak, saflıktan kurtulup safiyete ereceğiz ve ‘bünyanün mersus’, kilitli yapı taşları gibi, Hak ve Hakikat uğrunda yardımlaşıp dayanışacağız, tanışıp danışacağız ki hesap vermeye yüzümüz, affa mazhariyetimiz olsun. Sonra da ‘’Kral Çıplak’ diyebilelim. ‘Krallık’ ve ‘çıplaklık’ nedir, ne değildir bilmek, bildiğimizi beyan ile yaşamlaştırmak hakeza! Bir de unutulmamalıdır ki buradaki vurgu tek kişi, kişiler üzerinden okunmamalı ve tek bir alana hasredilmemelidir. Bu hayatın her an ve alanında karşımıza çıkabilecek fertten aileye, aileden cemiyet ve cemaate, oradan yerelinden merkezi tüm yönetsel kademelere şamil kılınabilecek, tüzel veya gerçek bütün kişi, kurum ve kuruluşları içine alan bir durumdur.

Zihinsel çıplaklık/çoraklık;

‘Zihinsel çıplaklık/çoraklık’ dediğimiz olgu da esasen tüm sorunların temelinde yer alan, onlara ana rahmi rolü üstlenen, ‘tüm yönleriyle cahillik, bilmezlik ve dahası aymazlık’, güdülenmeye, algı manipülasyonlarına, dezenformasyona açık, sömürülmeye müsait (Malik bin Nebi’nin ifadesiyle…) olma, sürü formundan kurtulamama maluliyetlerini, zafiyetlerini içermektedir. Bu böyle olunca sorunların diğerleri, çorap söküğü gibi sökün etmekte, üst üste yığılmakta, alt alta toplanabilmektedir! ‘İdrak yolları enfeksiyonu’ da dediğimiz bu boyut, ne kendi muktesebatından ne de muarızlarının/karşıtlarının/muhaliflerinin malumat, bilgi ve birikimlerinin/ideolojilerinin künhüne bırakın vakıf olmayı, ne olsa geçer kabilinden her yönlü cereyana, akıma açık olmak kifayetsizliğini, bünyenin sair virüslere açık kalma maluliyetini doğuran ve besleyen bir arıza durumudur!

Neyse; arife tarif gerekmez, bu hamur daha çok su kaldırır, ama biz gelelim asıl meselemize, bu yazı dolayısıyla teati etmeyi düşündüğümüz ‘çıplaklık’ konusunun gerçek ve yalın anlamdaki yansımalarına, duygu ve düşüncelerimizin serimlenmesine, gözlemlerimizin paylaşılmasına…

Yalın ve gerçek anlamıyla çıplaklık;

Bakınız bu yazı ne başörtüsü özelinde tesettür/süzlük ve ne de ‘açıklık’ temalı olarak değil -bunlar birer bahsi diğer ve fakat önemli konulardır elbette-; bilakis açıklığın çıplaklığa evrildiği, handiyse moda addedildiği, çıplaklıkta yarış halini aldığı boyutunu dikkatlerimize sunmak, durumun vahametini dile getirip tüm boyutlarıyla duyulan ızdırabı paylaşmak ve toplumsal dejenerasyona dikkat çekmek amaç ve o yönde bir içerik düşünülerek kaleme alınmıştır.

Bu boyutu ile ‘çıplaklık’, tam da orijinal/’gerçek anlamıyla ‘giyinik olmamayı’ ve bunu, özentiyi (Zira bir uzman -üstelik hanım- bunun bir ahlaksızlık olarak nitelenemeyeceğini, bir özensizlik hali olduğunu vurguluyordu, güya rahatsızlığını ifade ederken!) de aşan boyutuyla, göz göre göre (görünme güdüsü, teşhircilik), bile isteye (‘Buradayım!’, şeklinde ‘kişilik’ değil de ‘dişilik’ arzı endamıyla ve de ‘dokunulmazım/ulaşılmazım’ edalarıyla…) ortaya seren bir acaibi garaip, hayvanata özgü halin tecessümü, onlara rahmet okutacak bir şahsiyetsizliğin izharı, (kel en’ami belhüm edall/hayvan gibidirler, bilakis daha da aşağı(lık) bir durumdadırlar, Kur’ani beyanınca…) bir durumdur. Zihinsel dumur/iğdişlik halidir! Esfeli safiline/aşağıların aşağısına savruluşun/düşüşün tezahürüdür!

Daha dün denilebilecek bir zamanda memleketin başkentinde, ana terminalde, onca kişinin içinde hiçbir kaygı gütmeden, ulu orta, tekraren üstelik, birbirine yapışan iki cinsin hali, bunu çok doğal olarak ve fıtraten gerçekleştiren hayvan cinsinden bir farkı kalmış mıdır, söyler misiniz? Nice insanlar gördüm üstünde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok!’ ifadesinin hem nicelik hem nitelik yitimi kapsamında bir farklı boyutu…  Gerçi kentler arasında da bir fark kalmadı artık; belde, mahalle kültürü terk edilip kentleşme serüveniyle beraber… Eskinin İstanbul Ayancık hattı moda güzergâhının da bir esamisi okunmuyor artık, tek yekûn içinde yazılıp çizilmeye (Necip Fazıldan…) tav olalı beri! Tüm şehirler bu başkalaşım yarışında at başı gidiyor! Bunu da sizi bilmem ama ben şu üniversite enflasyonunun, (Zorunlu eğitimin on iki yıla çıkarılması gibi çok matahmış gibi ulaşılan yüksek(!) öğretim kurumları sayılarının, -içeriğine değinmeye hiç lüzum yok- ısrarla vurgulanması dikkate şayandır!) pıtrak gibi türetilip yayılan, handiyse en ücra mahallere dahi sokularak ve sosyal dokunun bozulma, dejenere edilme toplumsal mühendisliğinin, yapı bozumunun, hali hazırdaki mevcut hassasiyetlerin iç edilmesi, sıfırlanması, o da yetmez istendik yaşayış formlarının dayatılması ameliyesinde lokomotiflik yaptıkları yadsınabilir mi? Ne kadar çok tartışılacak kalem çıktı değil mi karşımıza, bir ‘çıplaklık’ dedik de, daha çıkacaklar da cabası…

Tesettür ve başörtüsü;

Sıcaklık artışına ters oranda işleyen (Bunu ilkesizlik, normsuzluk, sınırsızlık olarak da okuyabilirsiniz!) mesele, konunun bizi ilgilendiren kısmındaki tesettür olgusunun da dışında artık! Oysa ‘tesettür, inanan kadın ve erkeklerin gözlerini sakınmalarından yürüyüşlerine, seslerinden eda ve tavırlarına, kılıklarından kıyafetlerine deyin bir ilkeler bir sınırlar manzumesidir malumunuz. Neresinden tutsanız -elle tutulur bir parçası da kalmadı ya!- elde kalacak bir vaziyet söz konusu! Tesettür olgusu gibi ‘başörtüsü’ özelinin de çok aşındırıldığı, sınırların ihlal, ilkelerin ihmal edildiği köre bile ayan artık! Zira İslam, ‘tanınmak, bilinmek, farkını izhar etmek, rahatsız edilmemek gibi amaçlarla tesettürü ‘dış örtüsü ve başörtüsü’ özelinde hanımlar üzerinden istemiştir, nüzul ortamının cahili uygulama ve sosyal fuhşiyat ve çözülmesine karşı bir duruş ve taraf izharı anlamında… Hikmeti içinde mündemiç! Günümüz modern cahili ortamında bu emir ve isteğinin sebebi hikmeti daha iyi anlaşılabilir, kıyas edilebilir durumda, ama heyhat! Kitle öyle umarsız ki, ‘…davul zurna az’!

İslam’ın ‘başörtüsü’ ihlali ve genel olarak sunduğu/istediği/emrettiği, kadın erkek herkesi bağlayan (‘müslümanım’ diyenleri) ‘tesettür’ olgusunun ihmali de onun hükmünce bir boyutuyla ‘çıplaklık’ sayılır ve günah kategorisindedir. (‘Bize göre’ demeli miydim, bilemedim!) Eski yeni, bağlamlı bağlamsız, vakitli vakitsiz tartışılan, ısıtılıp servis edilen ‘başörtüsü’ tartışmalarının, -iddia sahiplerinin kendi fetvaları kendilerini bağlar ve hesapları da ayrıca mevzu bahistir- siz ister ön kabul deyiniz, ister ‘iman meselesi/farzı ayn’, kim, ne derse desin, bu tartışmaları zait görüp bir fitne unsuru olarak da niteleyebiliriz. Zira iman meselesinin umdeleri, ‘günah’ olgusu çerçevesindeki kısmı, istenmese de vaki oluşu ayrı bir çerçeve içerisinde olmak üzere -elbette ‘tövbe’ bahsiyle beraber- konu dışıdır.

İbadet;

İslam’ın ‘ibadet’ olgusundaki sapmanın, savsaklama ve pörsütülmesinin neticesi, tüm bu olan bitenler! Müslüman mahallesinde salyangoz satmak! Geçtim onu, domuz satmak, domuzluk yapmak, o tarz yaşamı yol yapmak!

İbadetlerin külli kaide ve muradının, hikmetinin unutularak, normları terk edilerek, sadece forma indirgenmesi, oradan da vicdanlara hapsedilmesi başka nasıl netice verebilirdi ki?! Ne ekersek onu biçiyoruz! İrademizi, aklımızı başımıza almayınca rüzgar önündeki yaprak gibi sağdan sola, yukarıdan aşağıya savrulup duruyoruz! Namazın kötülükten alıkoyması, kurban ve haccın hidayetimizin bir şükranesi, orucun korunmamızı temin/takva için, başörtüsü ve tesettürün cahiliyeden (onun teberrücünden/çıplaklığından/fuhşiyatından) ayrışmanın alameti farikası ve tanınmak amaçlı oluşu/olması gerektiği gibi…

Ahlaksızlık;

‘Çıplaklık’ meselesi öylesine aşağıların aşağısında bir boyutta tezahür eder oldu, savruluş gerçekleşti ki sorun genel bir ‘ahlak’ sorunu olarak karşımızda -‘ahlaksızlık’ desek daha doğru olacak- şimdi! Ahlak’ı sırf giyim kuşama, ses sedaya, hal ve edaya indirgemiş de değiliz. Meselenin sırf o boyutuyla algılanıp anlaşılır hale gelmiş olması da zaten genel bir ahlaksızlık problemi ile karşı karşıya olduğumuzun resmidir. Hukuktan siyasete, ekonomiden eğitime, aileden cemaate ve devlete kadar ilişkiler çok pörsütüldü, sınırlar çok esnetildi, çok aşıldı, çoktan aşıldı! Bozulma, dejenerasyon, savrulma, başkalaşım nereden başlayıp nereye doğru akıyor, nerelere sirayet ediyor belli değil. Akışın ne başı belli ne de sonu! Allah sonumuzu hayretsin, yoksa işimiz çok zor! Şunu da biliyoruz ki yapıp etmelerimiz neticesinde rabbimiz ya ‘kolay olanı kolaylaştırıyor’ ya da ‘zor olanı’… Bir sınır olmayınca, kalmayınca hiç kalmıyor; kritik eşik aşılınca ne dur kalıyor ne de durak! Ortalık et pazarı, kasap reyonları gibi, tabiri caizse! ‘Kadın hakkı, özgürlük, İstanbul sözleşmesi, bireyselleşme, eşitlik ekonomik salahiyet, ‘ayakları üzerinde durma ve erkek eline bakmama(!), pozitif ayrımcılık gibi özündeki tuzaklar, yutturmacalar, baştan bozuk kurgular, manipülasyonlar bir hedef için işe koşuldukları görülmeden, düşünülmeden hem kişi ve kişiliğin hem aile ve aile hayatının köklerine kibrit suyu dökülmüş, dinamitlenmiş durumdadır. Kelime ve terkipler şişede durduğu gibi durmuyor genellikle!

Ne olduysa azar azar oldu;

Diyor ya şair; ‘Bize ne olduysa hep azar azar oldu! diye (Arif Nihat Asya), yukarıda sayılan cicili bicili, albenili, boyalı badanalı, makyajlı peruklu, yerli yersiz/yabancı onca kavram, kelime ve terkip sayılabilir, sıralanabilir bunların önüne ardına! Bunlardan her biri, bir parçamızı götürdü, bir tarafımızı eksiltti, bir bakışımızı sarstı, bir kaidemizi yıktı, bir ilkemizi savsaklamaya vesile oldu! Halen de olmakta ve böyle giderse daha da olmaya devam edecekler! Demokrasisinden insan haklarına, hümanizmden feminizmine, cinsiyetsizlikten toplumsal cinsiyet kavramına (Burada Ahmet Hakan Çakıcı ve Mücahit Gültekin gibi isimleri takip etmemizde fayda var, diğerleri meyanında…) bir sürü kurgu ve toplumsal mühendislik ameliyesi ilişkileri alt üst etmeye, bağları bağlamından kopartmaya devam ediyor. Ha, bu arada esasen daha öncelerde gündemimize, evlerimize, midelerimize giren, hibrit ve gdo’lu gıda(!), jelatin, bazı haram gıdaların ithalatına verilen izinler gibi hususları da es geçemeyiz! Bu yönüyle de işin içinde bir(az) ‘domuzluk’ olduğu da yadsınamaz! ‘Çıplaklık’ meselesi de bu domuzluk olgusundan yalıtılabilecek bir mesele değil; zira, domuz dendiğinde çirkeflik, her türlü pislik, ‘kıskançsızıklık(!) akla geliyor ya!! Hakeza, tüm kötülüklerin anası olan içki, müskirat meselesini de unutmamak lazım! Bu sarhoşluk akla ziyan boyutlarda; toplumda handiyse tüm libastan sıyrılıp seyrü sefer eden, sergilenmedik hiçbir yerini bırakmayan bu beşer cinsinin neyin kafasını yaşadığını, ne içtiğini/kullandığını düşünüp acaiplemeden duramıyor insan!

Daha yakın zamanlarda bir endişe vardı, ar, namus olgusu vardı! Kaygılar vardı! Allah’tan korkmayanların dahi insandan utanması beklenirdi! Hiç olmazsa bir mahremiyet algısı, ‘Ne derler?’, ‘Ya bir gören olursa?’ teyakkuzu vardı, şimdilerde yerle yeksan olan, yerleştirilen kültürle(!) unutturulan, yenisi yutturulan! Şimdi ‘Bunda bir domuzluk yok mu?’ dediğimizde haksızlık eden biz mi oluruz?!

Yaşam kültürü ve sonradan görmelik;

Bakınız, tersinden örnekle, İzmir ahalisine atfedilen bir ‘yaşam kültürüne sahip çıkma’ endişesi onları nasıl ısrarla, değil sadece bireysel tercih meselesi olmasını, şehirlerine, kurtarılmış bölgelerine(!) ısrarla, gayet samimi(!) olarak bir ve beraber hareket hattına, ortak duygu ve düşüncelere ve akabinde ortak/benzer davranışlara itiyor, üzerinde ciddi olarak durmak gerek! Her nedense bu cenahta ne bir irkilme melekesi kaldı, ne bir endişe, ne de teyakkuz hali! ‘Bana dokunmayan yılan…’ denile denile yılanlarla sarmaş dolaş olundu, ellerimizle beslenip büyütülür oldu! Zaten bu düşüş, savruluş, başkalaşım, ister özenti deyin, ister ilke ve değerlerin ederle değişimi deyin ne derseniz deyin, sözüm ona, sağcı, muhafazakar, öyle veya böyle ‘dindar’ kesimlerde görünüyor olması, seküler, laik kesimlere mukayese bile edilemez boyutlarda, üstelik mal bulmuş mağribi edasıyla, olanca görgüsüzlükle, sonradan görme usulsüzlüklerle cereyan ediyor oluşu üzerinde durmaya değmez mi?!

Zaten, asıl çıplaklığın motor gücü, dini aidiyetlerin pamuk ipliği benzeri bağlara indirgenmesi duygusal ve akçeli işlerle bulamaç edilmesi, bulanıklandırılması, yine vicdana ve duyguya (düşünce ve davranışsal bağlardan yalıtılması) indirgenmesi değil midir? Şu güya nefret ve tel’in ettiğimiz çok harflilerdeki cesaret ve cesametin (en azından nicelik olarak dahi olsa) binde biri bile bizde kalmamış! Nerede o kelli felli, ulufeli himmetli, kemiyetli stk’larımız, vakıf, dernek ve sanı olmasa da adıyla cemaatlerimiz! Bunlardan daha dün sarıklı cübbeli kalabalık bir tanesinin, cenaze programlarında gösterdikleri cesametin aksine, toplumsal bu ve benzeri sorunlar karşısında kör, sağır ve dilsiz kalması mesela, sizlere ne düşündürüyor?! Ne hallere düştük ya rabbi! ‘Düşürüldük!’ demek isterdim, ama bu bizi kurtarmıyor maalesef, birinci kategorinin cürüm ve sorumlulukları onların olsun!

Çoklu kanallardan (‘Kumanda elinizde değil mi?’ demişti sabık cumhurreislerimizden biri, hani ‘müslümanım diyenlere özgüven verdi, medenilik getirdi’ denilen!) mı başlasak, bugünki sanal ve banal mecralar mı insek, netflix, disney, exxen, amazon, gain, blutv platformlarını mı masaya yatırsak, tv dizi, film ve hatta reklamlara mı projeksiyon çevirsek, cumhuriyet dayatmalarının kılık kıyafet zorbalığına, ‘bacak güzeli’ yarışmalarına, daha öncelerinde her türlü sefahatin yaşandığı ve lokomotiflik yaptığı, zevki sefanın yaşandığı dönemlere mi sondaj yapsak?! (Ki o dönemde dahi ictimai yapının bozulması, süslenme vb. hususlara binaen, bunların önüne geçmek adına ferman çıkarıldığı malumatı ilginç geliyor mu?/Yakup Döğer/İktibas Dergisi Haziran 2022 sayısı) Günümüzün moda festivalleri, konser organizasyonları (üstelik kitlenin verdiği meşruiyetlerle iş gören sağcı, muhafazakar iş bilen yerel veya genel işbaşındakilerce; bu arada, ‘arada bir iptaller ile ağzınıza çalınan bir kaşık bala aldanmayın!, diyecem ama, ama işte!) hakeza… Al birini vur ötekine! ‘Azar azar’ yani!

Kanıksama, normalleşme;

Bugün öyle bir kanıksama, tepkisizlik, normalleşme halleri tezahür ediyor ki hiç mi hiç normal değil! İzahı olan varsa beri gelsin! Hiçbir canlılık belirtisi kalmadı toplumda! İlikleri çekilmiş/onlar dahi sömürülmüş! İrkilme (canlılığın en ufak ve normal beliritisi) dahi kalmamış! Bunun bile isteye gönüllü olmaklığıyla, zorla oluşu/yutturuluşu arasında bir fark yok, netice itibarıyla! Toplumsal bir cinnet hali bu; üç maymunu geride, gölgede bırakan bir mankurtlaşma hali! Bunun daha ötesi yok! Ört ki ölem! Yukarılardan, bizden müstağni bir dokunuş olursa ne ala! İçinde bulunduğumuz durumun İsrailoğulları ile firavun arasındaki ‘şahsiyetsizleştirme, karakter dejenerasyonu, kimlik ve kişiliklerden sıyırma, bilgi bilinç yoksunluğu ve dahi yoksulluğu (zihinsel çoraklık!) örnekliğiyle paralelliği, benzerliği tesadüf olabilir mi sizce?! Ders alınmayan tarih…

Tacizin (çıplaklık ve çıplaklar kaynaklı) daniskası her saniye kol geziyor, ama taşlar bağlanmış maalesef! ‘Kadın’ üzerinden bir toplumsal mühendislik sürgit devam ediyor. Dezenformasyon üzerine konuşan başka bir uzman ‘Kadın hakları, insan halkları, çocuk hakları, hayvan hakları, çevre ve iklim meselesi gibi hususlar üzerinden insanlara yaklaşılıyor, özellikle çocuk (oyun da bunlardan biri), genç ve kadınlar üzerinden operasyon çekiliyor, akılları çeldiriliyor!’ diyor. Şimdi gel de hilâfına söz söyle! Diyor ya İsmet Özel; ‘Söylesem öldürürler, söylemezsem ölürüm!’ diye, işte aynen öyle! Aslında gerçekten çıplak gezseler, üryan, töllek dolaşsalar, inanın daha mı ehven ne? En azından ‘deli divane’ der, meczup addeder geçerdik! Bu gidiş gidiş değil! Nereye varacak, kestirmek zor! Aslında fark edenlerin öngörüsüne açık; uçurumun dibi, ama o malumat da sadra, soruna bir şifa sunamıyor.

Def-i mefasid;

Hani def-i mefasid/bir kötülüğün izalesi/kaldırılması/def edilmesi, celb-i menafiden/bir iyiliğin ikamesinden/kazanılmasından evla ve öncelikliydi?! Hani bir kötülük görünce onu önce elle, olmadı dil ile o da olmazsa kalben buğz ederek/tel’in ederek/uzak kalarak gidermek resulün tavsiyesi ve sünneti olarak konuşulur, dillendirilirdi?! Nerede o hassasiyet?! Şimdilerde ‘buğzedecek kalp’ bile sadırlara yük addedilir oldu!

Sadra şifa olacak, şu anki dengesizlik içinde def-i mefasid/kötülüğün önlenmesi, yanlışa götüren yollarının yanlışlığı/yasaklanması/engellenmesi, nehyi anilmünker önceliklerimiz vardı, ama nerede?! Nerede o haysiyet?! Nerede kaldı o kabiliyet?! Çöplükteki mikrobun, havadaki nemin sirayet etmesi, yayılmacılığı gerçeğine binaen hakiki bir bağışıklık sağlanamazsa -ki bu vasatta toplumsal yapılanmanın mevcut işleyiş ve gidişatına, ivmesine ve yönüne bakarak imkânsıza yakın bir durum bunu temenni edebilmek- yapıbozum dur durak bilmeden, altüst edişi giderek büyüyen kartopu/çığ gibi tüm temelleri yerinden edecek, söküp atacak! Toplum -Allah muhafaza- Lut kavminin helak ediliş sebebini bugün, onları katlayacak derecede çeşitlendirmiş, artırdıkça artırmış durumdadır. Yar başlarında oyun oynaşla oyalanıyor, vakit öldürüyor! Ölen kimlikler, kişilikler! Toplumsal cinnet ve intiharın eşiğinde değiliz artık, kritik eşik çoktan aşıldı, değerler aşındırıldı! Yükseldik zannediyoruz alçaldıkça tabana! (Yine Necip Fazıl’dan ve onun ‘ahşap konak’ şiirinin okunup ders alınmasının tam vakti, hem geldi geçiyor üstelik!)

Ve tüm bunların sebebi de insan, sonuçlarından etkilenen de, dediğimiz gibi; topu şeytana atmaya gerek yok! İmtihan oluyoruz. Hesaptan, ‘gemiyi kurtaran kaptan’ deyip kurtulmak, işin içinden sıyrılmak da olası değil!

‘İnsan hakkı’ olarak çıplaklık(!) ve istikamet krizi;

Başörtüsü, ‘insan hakkı’ olarak savunuldu ya, alın size insan hakkı olarak ‘çıplaklık’! Ne ekersen, onu biçiyorsun! İddialarımızla imtihan ediyor bizi mevlamız! Yani biz kendi ellerimizle biçilmeye tav, biçicilere av olduk. Mesele devedeki sair eğrilikler değil elbet, bunların her biri ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirse de ana ekseni kaybetmemek önemli; bataklık ve sivrisinek meseli gibi…

Temelde bir ahlaksızlık sorunumuz var. Bunu istikamet krizi diye de adlandırabiliriz! Tek dünyalılığa evrildik! Nereden, niçin gelip nereye gittiğimizin ayırdında değiliz! Yaratılış amacımızı unuttuk! Nefsin ilahlığı ayyuka çıktı! Eğri cetvelle düz çizgi çizilemezmiş; bizler sarı ineği (bu herkesin aklına gelebilecek her türlü ilke ve sınırı içermektedir, küçüğü büyüğü yok!) teslim ettiğimizde hepimiz toptan itlafa razı olduk! Gerçekten ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe’ oluyor ama bir yanlışlık da o ‘devlet’ kavramının salt iktidar ve güç endeksli okunmasıdır. Asıl devlet, Fatih’in ‘olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi…’ dediği veçhile sıhhat verecek, sağaltacak, hak ve hakikate uygun, kulluğun rıza görmesi ile gelecek olan bahtiyarlık ve saadet, bize ebedi yurdu kazandıracak sahih niyetler ve salih ameller olsa gerek; keşke bilebilsek! Hakları ve serbestileri ile haram ve helalleri ile sınır ve sorumlulukları ile istikamet üzere bir duruş ve düşünüş içinde bunmak halidir; tercih ve tavsiye sebebi olmasa bile tek kişi kalmak bahasına olsa da…

Bağışıklık;

Bağışıklığınız (Uyuşukluk, faklı uyuşturuculara müptelalık değil!) yoksa hastalıklara açıksınız demektir. O bağışıklık da ancak sahih, sıhhatli bağlantılarla, aidiyetlerle sağlanabilir, sağlam ve kopmaz bağlarla (urvetül vüska, kopmaz ip; Kur’an, tevhid) bu bağlılıklar kurulabilir; pamuk ipliği ve nefsin dürtüleriyle değil! İkbal’in deyişiyle, merkezdeki ufak bir sapma ile, zaman geçtikçe, sapmanın boyutu ve merkezden uzaklaşma engellenemez, aradaki açıklık ölçülemez hale gelmektedir! Yine onun ifadesi ile ‘Gafletle geçirilen bir an menzilden bin yıl uzakta patlamaktadır!’. Dedik ya, ne oluyorsa hep azar azar oluyor! Yılların ufak zannedilen tavizleri, görmezden gelinen sapmalar bu boyutta sapkınlıkları doğurur, besler, büyütür olmuştur.

Eğitimden medyaya, sanal ortamından banal ortamlarına, filminden dizisine, sosyal düzenlemelerden (haram ama yasal!) farklı söylemlere, dini olguların asıllarının algılara terkine deyin her birim yangına odun taşımakta, körükçülük yapmaktadır. Örneğin bir İmam Hatip okulundan başörtülü bir kız talebe, cumhuriyet devrimlerinin ilk adımları olan kılık kıyafet devrimi ile getirilen değişimi, peşindeki balolar ve güzellik yarışmaları ile dönüşüme, başkalaşıma kapı açan uygulamalarına methiye tarzında, çağdaşlık, modernlik vurgusuyla yaptığı resmiyle Türkiye derecesi alıyor; başörtülü polisimiz, başörtülü hemcinsini copluyor; hikayemiz, serencamımızın özeti bu! Çıplaklığın farklı tezahürleri…

Çok manidardır ki normal bir tesettür içindeki bir hanım, hiç gocunmadan yanında açık demiyoruz (zira mesela o malum ve mel’un süreçte, başörtüsü davasında, nice açık hanım -bunun günah boyutu bahsi diğer ve her zaman olasılık dahilinde ele alınabilir- o süreçte ‘adam gibi’ dimdik durmuş ve mücadelenin yanında yer alabilmişlerdi, -her türlü olmasa(!) da övgüyü hak ederek ve üstelik sözüm ona nice erkeğin görünmez, firari, buhar olduğu zamanlarda- resmen çıplak bir hemcinsini -yakın ve/veya tanış- yanına alarak görünmeyi hiç zul addetmez, bundan gocunmaz vaziyete gelmişse, burada bir bit yeniği aramak hata mıdır, suç mu, haksızlık mı?!

Gidişat;

‘Yapılanlar, yapılacakların teminatı olması’ hasebiyle bu işin sonunun nereye varacağı belli de itiraf edemiyoruz! Herhalde son durak, süreçte her yıl, belli parçayı atarak, kısaltarak, açarak, artarak devam eden çıplaklık, daha dekolte, daha rüküş, daha az bez parçası ile giyin(me)me (Plajlardan bir farkı kalmadı sokakların, oralar bile mumla aranacak neredeyse; zira gözden ıraklık, yalıtılmışlık, belli ölçüde giriş çıkış kuralları söz konusu olabilmekte idi!) tercihlerinin akabinde üryan kalmak olacak! Belki az biraz fazla giyinenlere ve kesinlikle erkek cinsine sokaklar kapatılacak böyle giderse! Ne de olsa her şey kadın endeksli (Reklamları, dizileri, filmleri düşününüz, tüketim kültünün ana malzemesi, aracı/aracısı/pazarlamacısı kim?) onun beyanı esas olacak tarzda bir hal ve gidişat ön görülüyor ya! Yapraklarla dahi avret mahallerini örtme telaşı (O, bir günah itirafı ve affedilme arzusu, pişmanlık ifadesi içeriyordu, ‘günah’ gibi bir çıta, sınır, hassasiyet vardı!), isteği de olmayacak, kalmayacak! Zira ne ar kaldı, ne ahlak, ne mahremiyet!

Gerçi diyeceksiniz ki, ‘Artık bir istasyon kalmadı, tren raydan çıkalı çok oldu, her şeyi, her hassasiyeti yaka yıka, eze kıra, özgürce, kontrolü de olmadan (Aslında görülmeyen bir el var, bir kuklacı söz konusu!) kıyametine doğru, tam gaz frensiz, yol(suzluğ)a devam ediyor. Bir ihtimal daha var ki o da; bu zevalin bir dip noktası olup ondan sonra tekrar kemale doğru bir yöneliş imkânı, ihtimalidir. Ve bu, bizim irade ve eylem endeksli durumumuzun dışında bir cebir ile ta başa, en başa dönme, tam tesettür, tam örtü, tam ahlak durumudur ya da topluca helak! Zira bu irtifa kaybının, dip noktanın daha dibi kalmadı gibi! Ölçü olmayınca ölçüsüzlük yol oluyor. Alın işte size özgürlük ölçüsülüzğünün manifestosu, sonu! Emri bilmaruf da yok nehyi anilmünker de! İşin en acıtıcı, kahredici tarafı da bu çözülme ve özentinin -yukarıda da değinildi ama tekrara da fayda var- muhafazakar, gelenekçi sözüm ona ‘dindar/dini dar’ kesimde daha ziyade görünüyor olması; sonradan görme tarzında ve bağdan boşanırcasına hem de! Hem de ne bağdan boşanma; mecazi anlamı bir tarafa gerçek anlamda Allah’ın birleştirilmesini, bağlanmasını istediği, emrettiği bağları, kesip kopartan, dikkate almayan bir tarzda! Diğerleri zaten adı üstünde seküler-laik kesim; yaşam tarzı, tercihi bu! Duygu düşüncesi bu! Teorisiyle pratiği uyumlu! Bu yönden, toplumsal erozyon artık heyelana dönüşmüş, ‘afet’ halini almış durumda desek yeridir!

Toplumsal düzenlemelerde (ekonomi gibi!), iş başındakiler, farklı afetlere farklı kurum ve kuruluşlarla, gönüllü teşekkülleri de işe katarak tedbir almak, çözüm üretmek, bunların zararını engellemek veya en azından en aza indirgemek için gayret sarfetmekte, yapılaşmalara, planlamalara gitmektedirler. Peki ya bu sosyal çöküntü ve çözülme, afet halini almış cemiyetteki çürüme için ne düşünmekte, ne planlamaktadırlar! Aslında ‘Gölge etmeseler, yeter!’ ‘lokomotiflik yapmasalar’, ‘kral çıplak’ denecek durum söz konusu da ahali de giyinik değil ki, zihinsel çoraklık had safhada! Gönüllü teşekküller bu çıplaklık konusunda pek gönülsüz! Paradoks odur ki çok gönülsüz de olsa, cılız da kalsa mesela ekonomik çözülmelerde toplumsal tepki bekleyip salık verenler, bu gibi meselelerde lâl, kör, sağır kesilmekte, deve kuşu gibi tavırlar sergilemekteler! Kalpler mi kör oldu ne?

Sonuç;

Hal ve gidişat hiç iyi değil! ‘İyinin/marufun/hakkın’ bilincinde olanlar, bu işe bir el atmaz, toplumsal yapı bozumuna ses yükseltmez, mani olmak için iman ve imkânlarını seferber etmezlerse bu enkazın altında kalmak mukadder! Sünnetullah bu! Ebu Zercesine bir karşıtlık diyeceğim, ama o da bizden çok uzak!

Yine Arif Nihat Asya’dan mülhem bitirelim; o Ayasofya için demiş ya ‘… seni ey mabedim utansınlar/kapayanlar da açmayanlar da’ diye, biz de bir uyarlama ile diyoruz ki (şerhlerini önce vererek):

Birinci ifade; (Bireysellikten ayrı olarak, tüm sorumluluğa haiz çobanlık vasfını deruhte etmesi gereken herkesi ve her kesimi içermektedir ve burada çobanlık ‘sürü’ metaforundan, iradesizlikten uzak olarak olumlu anlamıyla ve rasulün hadisine(*) konu olmuş boyutu ile kullanılmaktadır.) İkinci ifade ise; (Bu da zorunluluk-gönüllülük tartışmalarından uzak tüm sorumluluk sahiplerini -kişinin kendinden devlete değin- kapsamaktadır…)

‘…utansınlar seni ey hanım kardeşim, bacım, kadın hemcinsim ‘açanlar’ da ‘kapamayanlar’ da!

(*) Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyetinden/koruyup gözettiklerinizden sorumlusunuz!.. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davut)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *