Bireysel sorumluluktan “Ümmet”e

Bireysel sorumluluktan “Ümmet”e

Sağ olsunlar bazı üstatlar en ince ayrıntılarla ümmetin bireyi olma sorumluluğu ve duyarlılığıyla bizi haberdar etmektedirler. Ama bütün bu bilmelerimizin bireysel kabul noktasında bize aşırı yük yüklediği gerçekliğinin de altını çizelim.

Yabancısı olmadığımız kavramlardandır “ümmet”…

İdeolojikleştirilmiş hali bir tarafa, “Ümmetçi” olmak ise neredeyse itikadi bir mesele haline getirilip, Müslüman olmanın gerek şartları arasında zikredilmektedir.

Bunun karşılığı şudur: ”Müslüman olduğunu iddia edenler, kendileri her nerede mukimseler, yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşayan diğer Müslümanların dertleriyle hemhal olmak yani sorunlara dair birlikte çözüm üretmek ve onlarla sosyal birliktelikler/paylaşımlar oluşturmak durumundadır.”

Şehit Seyyit Kutup’a ait olduğu söylenen ve çok meşhur olan şu uyarısını da bilmeyenimiz yoktur.

Şöyle ki: ” Doğudaki Müslüman’ın içecek suyu yokken, batıdaki Müslüman’ın kola içmesi caiz değildir!”.

Bu uyarıda her Müslüman’ın tüm dünyadaki diğer Müslümanların dertleriyle dertlenmeleri gerektiği ifade edilmektedir ki bu söylem zımnen ümmetçiliğin aslında nasıl anlaşılması gerektiği hususuna da gönderme yapmaktadır. Dikkat edilirse Kutup’un sözünde ırk, renk, dil vs. ayırımı yoktur. Sadece ”Müslüman” olma durumunun altı çizilmektedir.

Ayrıca Hz. Peygamber’in; ”Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” sözü-hadisi de bunu teyit eden mesajlar içermektedir.

Zikrettiğimiz hadis, bizim için, aşağıda açmaya çalışacağımız “taşın düştüğü yer”i işaret etmesi açısından da önemlidir.

Ümmet kavramına sözlüklerde verilen ortak anlam şudur: ”Ana, yol, din, cemaat, familya, nesil, boy, zaman. Istılahta ise, kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine tabi olma neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğudur. Âlimlerin çoğu, ümmet kelimesini aynı dine tabii olanlar yani Müslümanlar için kullanmışlardır.

Tanıma biraz kafa yorduğumuzda, “Müslüman olduk “ demekle kurtulabilmemizin şimdilik söz konusu olmadığını görmek kaçınılmazdır.

Hucurat/13; “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır. “ mealindeki ayetten de anlaşılacağı gibi, herhangi bir kavmin içinde birey olarak yaşamımızı sürdürürken diğer kavimlerdeki insanlarla tanışmak/kaynaşmak ve birlikte “derin bir sorumluluk bilincine sahip olarak yaşamak” olmazsa olmazlardandır.

Yeri gelmişken “tanışanız diye kabile/kavimler haline getirdik“  ifadesinden yola çıkarak, yeryüzünde mağdur / mazlum, fakir / fukara, haksız yere yaşadığı yer istilaya maruz kalmış, sürgüne gönderilmiş ve bu sebeple zulme uğramış ama İslam olmayan diğer insan / kabile / kavim / toplulukların derdiyle dertlenmenin de anılan kavramda mündemiç olduğunu hatırlatalım.

Ümmetçilik ise yine sözlüklerden çıkan ortak kabule göre; ”Hangi ırk, hangi renk olursa olsun, bütün Müslümanları aynı çatı altında toplayan, sarsılmayan ideoloji.” demektir.

Buradaki “ideoloji” ayrıntısına dikkat çekmek isterim. Ümmet tanımında ki maddelere… çılık, …çilik, …çülük vs. eklediğimizde içinde yaşadığımız vasatta kendi Müslümanlıklarını ırklarının tamamlayıcı cüzü olarak gören kesimlerin aklımıza gelmesi kaçınılmazdır. Keza bulunduğu mahale yönelik sorumlulukları ihmal edip, varsa yoksa dışarıda olana kafa yoranları da bu zümreden sayabiliriz…

Meseleyi dağıtmak istemem ama Din ideoloji olmadığına göre, ondan mülhem geliştirilmiş bir takım sosyal, siyasal, ırki, kavmi vs. algıları ideolojikleştirmek herhalde bizim işimiz olmamalı.

Fakat bu kavramlara yaslanarak dini algılamalarını ideolojikleştirenlerin olduğunu ve bunlardan rahatsız olduğumuzu da ifade edelim. Doğrusunu söylemek gerekirse “Din” merkezli ümmet tanımı, yukarıda hatırlatmaya çalıştığımız gibi yakın tarihte ölümü göze alacak kadar davasını sahiplenmiş (şehit olmuş) Seyit Kutup’un sözlerinde kendisini ifade etmektedir.

Neticede çoğul bir kavram olan “Ümmet” in insana/Müslümanlara bireysel sorumluklarını hatırlattığı vahyi bir realitedir.

Sırası gelmişken bir kaç soru zikredelim:

Kıyamet gününde insanlara tek tek hesap sorulmayacak mı?

Her insan, kendi yapıp-etmelerinin karşılığında cennet veya cehennemle karşı karşıya kalmayacak mı?

“Kalk ve korkut!” ilahi ikazında hiyerarşik sıralama nasıldır? (Müddessir/1-2 vd.)

Bu sorulara her aklıselim sahibi insan kendi sorumlulukları muvacehesince ama merkezden kaçmamak koşuluyla, daha başkalarını da ilave edebilir ve pekâlâ cevaplandırabilir…

Çoğuldan tekile kaçınca sorumluluklarımız hafifliyor değil elbette.

Malumu üzre kıyametteki hesap birey olarak yaşadığımız toplumun içinde inanç/imandan sonra gösterdiğimiz reflekslerle de alakalıdır.

İnsan kendi hesabını verecek ama yani aslında birlikte yaşadıklarına neyi nasıl anlattı ve neyi nasıl örneklendirdi; insanlarla paylaşımı ne boyutta oldu, haksızlıklar karşısında nasıl bir tavır geliştirdi vs. diye ve yine ayrıca birey olarak uygulaya geldiği ritüellerin (nüsuk) dışında diğer toplumsal sorumluluklarla ilgili nasıl bir duyarlılık gösterdiği konusunda da hesap verecektir. Velhasıl, sorgulayan zihin algısının, okuduğunda her türlü sorumluluğu öğrenebileceği Kur’an’da ve Resulullah’ın sahih örnekliğinde bunun en ince ayrıntılarını görmesi mümkündür.

Basite indirgersek; sadece namazdan, oruçtan vb.lerinden sorgulanmayacak, bilakis uyguladığı ve sahiplendiği bu ritüellerin tanımında mündemiç bulunan toplumsal reflekslerinden de hesaba çekilecektir insanoğlu.

Yine sırasıyla ailesinde, akrabasında, komşusunda; bulunduğu mahalle-köyünde sonra kasabasında ve yine sonra vilayetinde ve hatta bunların karşılığı olan ülkesinde (burada Anadoluculuk ve daha ilerisi milliyetçilik yapmak gibi derdimiz yok…) İslam’ın öngördüğü Müslüman tipini-prototipini resmedemeyen bizlere söyleyecek sözümüz olmalı bizim?

Daha önceki yazılarımızda da sık sık ihsas ettirmeye çalışmıştık ama önemine binaen yine söyleyelim. Müslüman bireyler olarak otokritik yapma zamanımız çoktan gelip çatmadı mı?

Bizim ne ailelerimizden haberimiz var ve ne de onun uzantısı olan akrabalarımızdan haberimiz var. Komşularımızdan ise hiç yok! Aynı apartmanda ve bunların oluşturduğu site denilen yerlerde ikamet edenler birbirlerini ne kadar tanıyorlar?

Doğup büyüdüğümüz mahallelere kimler geldi, kimler gitti hiç önemsiyor muyuz?

Akrabalarımızda fakir, mağdur ve bilumum sıkıntılar içinde olanlar var, bunları araştırıyor muyuz?

Buradan yola çıkarak suya düşen veya atılan bir taşın oluşturduğu, tek noktadan gelişen daireler şeklinde mesajın ve eylemin evrenselliğine yelken açmalıyız diye düşünüyorum. Yani önce aile ve sonra mahallelerimizden yola çıkmak, örnekliği bizatihi yerinde göstermek ve bu örnekliği diğer sosyal çevrelerde yaygınlaştırmak asıl tavsiye edilendir.

Dediğimiz gibi Hz. Muhammed’in örnekliğinde bu yöntemi bulma zorluğu çekmeyeceğimiz muhakkaktır.

Tekrar edelim; ailesinde, komşusunda, mahallesinde ilaahir vb. yerlerde neler olup bittiğiyle ilgilenecek bir Müslüman hassasiyetinin ne’liğini hatırlatmayı birbirimize vazife kılmak gerekliliği ortadadır. Aile yapımıza öncelikli olarak önemsemek, sonra akraba ilişkilerini “Sıla-i rahim…” teriminden ilham alarak olması gereken seviyelere getirmek yine okuyanlar bilirler bizatihi Hz.Muhammed örnekliğinde Kur’an’ın tavsiyesidir.

Kurduğumuz “arkadaşlık” ve daha ilerisi “dostluk-kardeşlik” ilişkilerini bozmaya değil sağlamlaştırmaya yönelik çaba içine girmek zaten “Hucurat 10; Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah tan sakının ki size acısın… ” mealindeki ayetten de anlaşılacağı gibi Kur’ani tavsiyeleri kendilerine ilke edinmişlerin kaçamayacağı bir sorumluluktur.

Üzülerek söyleyeyim ki içinde yaşadığımız şartları göz önüne aldığımızda bu hassasiyetleri tersinden yola çıkarak “seçkincilik!” boyutunda şekillendirdiğimiz de bir vakıadır…

Seçkincilik!

Kaçınılmaz(!) bir ayrıştırma yöntemi…

Benden, ondan, şundan, bundan!

Zengin, mal-mülk sahibi, statü-kariyer sahibi, sosyal çevresinde merkez konumunda ve bir o kadar da karizmatik vs. (Hz. Peygamber’in bu tür seçkinciliğe tevessül etmesi hem abese ve hem de Kafirun suresinin sebeb-i nuzulü olarak anlatılan rivayetlerden ve bu babta yapılmış tefsirlerden de anlaşılacağı gibi kınandığı ortadadır. (Ayrıca Nisa:105)

Ayrıştır ayrıştırabildiğin kadar!

Bu ve benzer meseleler ayrıca tartışma konusu…

Daha önce okuduğumuz kitaplardan atıf yaparsak; oralarda önce birey, sonra cemaat olmaya ve en sonunda hedef beklenti  “Devlet” olmaya yönelik metodik davranış biçimlerinin öğretildiğini hatırlamamız gerekmektedir.(Aslında bunlar, hakkını vermemiz halinde kendiliğinden gelişecek şeylerdir.)

Bu sıralama olabildiğince ayrıntılı ve “bab”lar halinde işlenmekte ve sonuçta ortaya Müslüman davranışları açısından bir yöntem konulmaktadır.

Ama malum yöntemler uygulanırken ortalığı yakıp-kavurmak, insanların kalplerini kırıp onurlarını incitmek vb. hiç mi hiç tavsiye edilmemektedir… Çarşı-pazardan mal-eşya seçer gibi insan seçmeciliğine yeltenmenin İslamiliği tartışmalıdır. Bu yönteme, (varsa ) bir hareketin niteliğine katkı olsun diye başvurmak ne kadar iddia edilirse edilsin ahlaki değildir… İnandığımız dinin va’z edicisi, kullarının arasında, Peygamberler istisna, seçmeciliğe kalkışsaydı ki peygamber kendi iradesini ilahi rızaya teslim ettiği için seçilmişti, Kur’an’ın ifadesi ile yeryüzünde insan kalır mıydı?

Anlaşılacağı üzre Din, “anlattım bitti.” şeklinde oldubittiye getirilecek bir yaklaşım tarzını benimsemez. Örneklik ve tebliğ konusunda sürekliliği tavsiye eder. Yaklaşık yirmi iki yıl süren Kur’an vahyi, aslında insan ilişkilerinde de tıpatıp olmasa da zaman açısından sabırlı olmamız gerektiğinin işaretini vermektedir. Bu durum kendimiz içinde geçerlidir… Bilgilenme maceramızı bir sorgularsak bunun böyle olması lazım geldiğini kabul etmekten başka çıkar yolumuz yoktur.

Bunlardan benim bahsetmem iddia sahipleri için zul olsa gerek…

Yapılmaya çalışılan şey atalete düşmüş düşünme yeteneğimize, olması gereken işlevselliği kazandırmak, hatırlatmaktır.

Özetle:

Sık sık dillendirdiğimiz gibi; Türkiye’nin verili ve dayatılan siyasetine dair, küresel/global güçlerin İslam düşüncesi ve toplumların üzerinde kurmaya çalıştığı -ki zaten öyle–hegemonyaya dair; bir şekilde var olduğumuz coğrafyanın dışında gelişen İslam ve karşıtlarının manipülasyonlarına dair çok şeyleri okuyor ve biliyoruz. Sağ olsunlar bazı üstatlar en ince ayrıntılarla ümmetin bireyi olma sorumluluğu ve duyarlılığıyla bizi haberdar etmektedirler. Ama bütün bu bilmelerimizin bireysel kabul noktasında bize aşırı yük yüklediği gerçekliğinin de altını çizelim. Sebebini açarsak küresel baskılamanın karşısında içine düştüğümüz çaresizlik, bu sebeple bir şey yapamıyor olmak, acziyetimiz kahretmektedir bizi! Belki de o yüzden savrulmalar, belki de o yüzden bazı arkadaşların dile getirmeye çalıştığı duyarsızlık gibi görünen davranışlar(!).

Enformatik bombardımana maruz kalıp, entellektüel akıllarla mücadele etmek zorunda bırakılan ve bir de yapıp etmeleri sürekli hem de ötekileştirilerek eleştirilen insanımızın kendini atalete mecbur kılması neredeyse kaçınılmaz bir süreçtir(!).

Devam edersek, ümmet olmanın, ideolojik verilerle yüklenmemiş ümmetçi olmanın yolu öncelikle Kur’an’ın öngördüğü birey sorumluluğuna inanmaktan ve hayatımızı ona göre şekillendirmekten geçer.

Klasik vaaz üslubunun entelektüel aklı rahatsız edeceği muhakkak ama ne çare ki sloganik hale getirdiğimiz “dava adamı” olma iddiasını sürdürebilmemizin  birbirimize yapacağımız gerçekçi uyarılarla mümkün olacağını da kabul etmemiz lazım diye düşünüyorum.

Zaten bilinen ve uyarılarla hatırlatılan birey olma sorumluluğumuzu hayatın her safhasında gösterip uygulamamızın akabinde ümmet denilen şey kendiliğinden gelişecektir.

Ümmet olmak ve akabinde ideolojik yaftalardan uzak ümmetçilik iddiasını sürdürmek bizatihi o kavramların ihsas ettirdiği değerleri bireysel anlamda sahiplenmekle ancak mümkün olabilecektir.

Günümüzde ayniyle vaki bir şekilde işin başında mitoz bölünmelere uğrayan yapılanmaların, bu kavramların karşılıkları üzerinde enikonu kafa yormaları gerekmektedir. Yoksa inandığını söyleyen her birey bu yolda kendini tatmin sadedinde sadece macera yaşamış olur o kadar.

Toplumsal duyargalarımızı şekillendirecek bireysel algılamalarımız ve bu minvalde gelişmiş davranış biçimlerimizin öğreti konusunda ki kaynağı Kur’an ve ondan mülhem gelişen diğer İslami verilerdir.

Zaaflarımızı ve beşeri komplekslerimizi azbuçuk bildiğimiz İslami söylencelerle meşrulaştırmak hem İslami ve hem de onun şekillendirdiği ölçeklerde ahlaki değildir.

Aksini iddia edenlerin tarihi maceralarını ve hem de günümüzde ki serüvenlerini okuyor ve görüyoruz.

Tekrarlarsak kuru bir ümmet söyleminin Kur’ani hiç bir karşılığı yoktur. Bunun için Kur’an’ın tarif ettiği Mü’min/Müslüman vasfını olabildiğince hassasiyetle sahiplenip bulunduğumuz yerde örneklendirmek ve bu örneklikle kuşanmış bir vaziyette sosyal olmak gerekmektedir. İlahi iradenin gösterdiği istikamette yola çıkan her birey/toplum olması gerekene elbette kavuşacaktır.

Bunu ispat etmek için onlarca ayet sıralamaya ve hadis zikretmeye de gerek yoktur. Çünkü bu söylemlerin muhatapları bu işleri çok iyi bilmektedirler.

Bilene bildiklerini hatırlatmak zul gelse de bu böyle…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *